Türkiye Devleti 985 yaşında
Türkiye Devleti 985 yaşında
Bugüne kadar Türkiye Devleti'nin başlangıç tarihi konusundaki görüşler farklı uçlarda incelenmiştir:
Türkiye Devleti 985 yaşında
Bugüne kadar Türkiye Devleti'nin başlangıç tarihi konusundaki görüşler farklı uçlarda incelenmiştir:
Utku Mihmandaroğlu - NetHaberler
Birincisi, elbette 1071 Malazgirt Zaferi ile Türkiye Devleti’nin tarihi başladı çünkü o tarihe kadar Bizans yurdu olması münasebetiyle sadece Balkanlara değil Anadolu'ya da Rumeli deniyordu. O tarihe kadar Rumeli olan Anadolu'ya o tarihten sonra Türkiye denmeye başladı Garp dünyası tarafından…
İkincisi, Türkiye Devleti'nin kuruluşu elbette 23 Nisan 1920’de TBMM'nin açılmasıyla gerçekleşti. Çünkü yeni bir devlet, yeni bir düzen kuruldu.
Üçüncüsü, Türkiye Devleti elbette 1923’te kuruldu çünkü cumhuriyet ilan edilmişti, unutulmamalıdır ki Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.
Şimdi Türkiye Devleti’nin tarihini belli tarihlere en kaba iplerle bağlamaya çalışan bütün bu uç görüşleri bir kenara bırakalım ve sadece çeşitli süreçleri geride bırakıp kendiliğinden şekillenerek ete kemiğe bürünerek önümüze çıkacak olan gerçekliğe odaklanalım. Çünkü tarihimizi en kaba iplerle çeşitli noktalara bağlamaya çalışan bütün bu uç görüşler ancak bizi kendi tezleriyle köleleştirir ve ayaklarımıza bukağıyı hunharca vurur.
Kelimeler önemlidir. Özgürleştiren kelimeler kadar zincire vuran kelimeler de vardır ve tarihimizi en kaba iplerle çeşitli noktalara bağlamaya çalışan bütün uç görüşlerin dile dökülmüş ve kelimelere dönüşmüş hali de bu sonuncu gruptandır.
Tarih bizi özgürleştireceğine köle ruhlu insanlar haline getiriyor, şeklimizi şemailimizi çarpık çurpuk ediyorsa o zaman tarihi de tepeden tırnağa sorgulamaya açmamız lazım gelmez mi? Zira tarih sadece geçmişte “gerçekten” neler olup bittiğini öğrenmek demek değildir. Aynı zamanda geçmişten bugüne hangi karakterlerin, damarların, mecraların açılmış olduğunu da öğretir bize. Bir yerde geçmişte yaşayanların başından geçenleri okudukça kendimizi okumuş oluruz. Kendimizi tarih denilen devasa çayıra salar ve ondan bugüne yansımalar toplarız.
Tarih, görünüşte bugünün geçmişe doğru bir uzantısı gibi durmasına rağmen üzerindeki kabuğu soyup da altına bakmaya başladınız mı, o pek aşina gelen yüzler karanlığa dalar ve yabancı yüzlerle geri dönerler. Kendi yurdunuz zannettiğiniz geçmiş, ecnebi bir memlekete döner. Ya da aslında o zamana kadar yollarını adımladığınız geçmişin ecnebi bir memleket olduğunu, asıl şimdi kendi ülkenize döndüğünüzü fark edersiniz.
Büyü bozulmuştur ve yeni yüzlerin hikâyesini yazmak boynunuzun borcudur.
O yüzden tarihimizi uç görüşlere hapsetmektense tarihimize vurulmaya çalışılan zincirleri kırıp onu özgürleştirelim. Fakat özgürleştirmeye başlarken elbette ki tarihin işine karışmayıp çeşitli süreçleri geride bıraktıktan sonra kendiliğinden şekillenerek ete kemiğe bürünerek önümüze çıkmasına imkan tanıyalım. Elbette bunu yaparken tarihin ne diyeceğine kulak vermemiz lazım gelir.
O yüzden şimdi Türkiye Devleti’nin doğal tarihsel sürecini sağduyuyla incelemeye bakalım:
İşe Türkiye Devleti'nin tarihini 1071 Malazgirt Zaferi ile bağlamak isteyenlerle başlayalım. Bu tür kesime göre tarihimiz, 26 Ağustos 1071 tarihli Malazgirt Savaşı ile başlamaktadır. Fakat bu fikirde kesin bir isabet olduğunu söylemek çok da mümkün değildir. Çünkü Malazgirt Savaşı, zaten halihazırda kurulmuş ve mevcudiyette var olan bir devletin, yani Selçukluların, komşuları Bizans ile yaptıkları bir savaştır ve bu çarpışmadan sonra yeni bir devlet kurulmuş değil, zaten var olan bir devletin Küçük Asya'nın tapusunu almasını sağlamıştır. Miryokefalon Savaşı ile de Küçük Asya'nın tapusunun zinhar kontrata dönüştürülemeyeceği tüm cihana duyurulmuştur.
Evet, mevcudiyette var olan Türkiye Devleti vardı ve adına İslâm müverrihlerinin Selçuk Devleti dediği ve bizdeki resmi tarihin de Selçuklu Devleti olarak adlandırdığı, yapılan bir yığın çarpışma sonucu Gaznelileri yıkılış sürecine sokan 23 Mayıs 1040 tarihli Dandanakan Savaşı ile Horasan'da kurulan bağımsız devletti. Çünkü Horasan'da Tuğrul Bey sayesinde vücut bulmuş bu devlet olmasaydı bugünkü anlamda Türkiye Tarihi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmazdı. Zira gerek teşkilatlanma bakımından, gerek devlet ve halkın töresi bakımından bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne en yakın olan ve en çok benzeyen iki yüce Türk imparatorluğu mevcuttur; Selçuklu ve Osmanlı…
Neticede Osmanlı Devleti'nin temellerini atan Osman Bey'in babası Ertuğrul Bey de Selçukluların Anadolu'yu Türk-İslam yurdu yapma gayretlerine katkı sunmak adına bir nevi ileri karakol amiri misali Söğüt-Bilecik dolaylarına gelmişlerdi. Aynı şekilde Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluşunu ilan eden Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları da bir dönem Osmanlı ordu ve bürokrasisinde görevliydi. Bunlar hep Türkiye Devleti’ndeki devamlılığın esas olmasının tezahürüydü.
Yani Türkiye Devleti'nin kuruluşunu 1923’te cumhuriyet rejiminin ilanına bağlamak isteyenlerin ısrar ettikleri gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti gökten zembille inmemiş, şapkadan tavşan misali çıkmamıştır. 1040’ta Selçukluların kurduğu Horasan merkezli Türkiye Devleti’nin ilelebet payidar kalacak olan son aşamasıdır.
Lafı toparlamak gerekirse bugünkü anlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kökleri Dandanakan Savaşı ile Selçukluların Türkiye Devleti'ni kurmasına dayanır ve 1040’tan itibaren var olan kurumlar ve devlet nizamı, çağın ve konjonktürlerin ortaya çıkardığı ufak tefek değişiklikler hariç günümüze kadar gelmiştir ve halen de varlığını sürdürmektedir. Horasan'dan sonra Konya, İznik ve Sivas Türkiye Devleti'ne başkent olmuş, Bursa, Edirne ve İstanbul da Türkiye Devleti'nin en parlak zamanlarının başkentleri olmuştur. Ankara ise Türkiye Devleti'nin son başkentidir. Ertuğrul Bey ve Osman Bey Selçukluların dağılış sürecinde Kayı Boyu'nun liderleri olarak Bizans'a karşı Türk-İslâm ilerleyişinin ileri karakol amiri misali uç beyleri olarak gaza ve cihat yapmışlardır. Selçukluların Anadolu'da iki seksen yere amele sümüğü gibi yapıştırdığı Bizans'ın mezarını kazan Osmanlılar olmuştur. Yani Selçukluların başlattığını Osmanlıların devam ettirdiğini, Türkiye Devleti'nde devamlılığın esas olduğunu görüyoruz. Anadolu'dan Bizans'ı söküp atan Osman ve Orhan Beylerle birlikte Murad Hüdavendigar olmuştur. Yani kesin olarak şunu diyebiliriz ki devlette devamlılık esas olmuş, Selçuklu ve Osmanlı ise ancak Türkiye Devleti'ni yöneten iktidar sahipleri olmuşlardır. İktidar el değiştirse de Türkiye Devleti varlığını sürmüştür. Osmanlı'nın son demlerinde de Osmanlı'nın okullarında eğitim gören, Osmanlı ordu ve bürokrasi bünyesine hizmetler yapan Mustafa Kemal'ler, Mehmed Akif'ler, Kazım Karabekir'ler, Celal Bayar'lar, İsmet İnönü'ler, Fevzi Çakmak'lar, Mehmed Muzaffer'ler, Halide Edib’ler canlarını, hayatlarını, keyiflerini geri plana atarak kah şehid, kah gazi oldular ve Selçukluları Anadolu'da yaptıkları kanlı seferlerle oldukça uğraştıran Haçlı keferelerinin asırlar sonra Osmanlı'nın nezdinde Türkiye Devleti'ne çullanma çabalarına karşı Milli Mücadele'yi kazanıp son Haçlı seferini püskürtmüşlerdir. Türkiye Devleti'nde iktidarı kaybeden Selçukluların bıraktığı yerden onların uç beyleri Osmanlı rejimini kurup Türkiye Devleti'nin yönetimini ele almışlar ve altı asır Türkiye Devleti'nin bayrağını en zirvelere taşımışlardır. Fakat Osmanlılar da Selçuklularla aynı kaderi paylaşınca asırlar evvel uç beylerinin yaptıkları mücadeleleri Osmanlı'nın okullarında eğitim gören, Osmanlı ordu ve bürokrasi mensupları vermiş ve Türkiye Devleti'nin bir cumhuriyet olduğunu söyleyerek Türkiye Devleti'ni cumhuriyet rejimiyle yönetmeye başlamışlardır. Yine devlette devamlılık esas olmuştur.
Horasan'da kurulan ve adına İslâm müverrihlerinin Selçuk Devleti dediği ve bizdeki resmi tarihin de Selçuklu Devleti olarak adlandırdığı bu devlet aslında tarihte Türkiye Devleti sayfasını açmıştır. Selçukluların Türkiyesi İslâmiyet'ten önceki ve sonraki bütün zamanlarda olduğu gibi, birkaç hükümdarla birden idare olunurdu. Devletin genişliği ve Türk hâkimiyet telâkkisi bunu gerektiriyordu. Selçuk Türkiyesinde dört sultan bulunuyor, fakat bunlardan üçü Horasan'daki büyük sultanı baş tanıyordu. “Rûm” yani Anadolu'daki sultan bu tâbi hükümdarlardan birisiydi. Bütün eski tarihimizde olduğu gibi tâbi hükümdarlar büyük sultana danışmadan yabancı komşularıyla ve hatta arada sırada birbirleriyle de çarpışıyorlar, fakat bu hal, Avrupa milletlerinde de gördüğümüz gibi devletin birliğini bozmuyordu. Çünkü devletimizin kuruluş mayası erdemdi. Devletimiz erdemle kurulan bir topluluk olduğunu bilmemiz gerekir. Devletimiz tarih sahnesine yiğitlik ve feragatle girmiştir. Devlet kurulduğu zaman başkanlığa üç aday vardı. Fakat bu makama en büyükleri olan Mûsâ Yabgu veya en kahramanları olan Çağrı Bey değil, en küçükleri Tuğrul Gazi geçirildi. Bunda, savaş meydanlarındaki çelik kılıçlı demir bileklerin, barıştaki insanî kalblerinden taşan bir şefkat duygusunun izlerini de görüyoruz. Çünkü Tuğrul Gazi'nin çocuğu olmuyordu ve bundan dolayı da çok muzdaripti. Bu yüzden amcası ve kardeşi onun bu büyük ızdırabını devlet başkanlığı ile gidermek yolunu tuttular. İşte devletimizin ilk başkanı, Ulu Sultan, Büyük Başbuğ Tuğrul Gazi'dir.
Selçuklu idaresinden sonra Türkiye Devleti’nin yönetimini Cengiz hanedanı ele almış, büyük Cengiz imparatorluğunun batı kolu olan İlhanlılar, ağırlık merkezleri Azerbaycan olduğu halde Türkiye'yi yürütmüşlerdir.
Ama elbette ki İlhanlıların Anadolu'daki sergiledikleri yönetim pek merhametlice sayılmasa da yaptıkları en büyük hizmet demografik bakımdan Türkiye Devleti'nin bugünlere ulaşabilmesi olmuştur. Zira o süreçte Anadolu'daki Türkmen nüfusu çok azalmıştı. Öyle ki XI. Yüzyıl başlarında en iyimser hesapla bir buçuk milyon tahmin edilen Türkmenlerin Anadolu'ya yerleşenleri yarım milyondan fazla değildi ve bu nüfus yüzyıl kadar da Lâtin ve German Avrupasına karşı amansız savunma savaşları yapmak mecburiyetinde kalmıştı. I. Kılıç Arslan'ın haçlı sürülerine karşı toplayabildiği Türk kuvveti elli bin kişiyi ancak buluyordu. İşte bu kadar az olan Anadolu Türklerinin tarihte Hindistan, Çin ve Mısır'daki hâkim Türklerin başına gelen «erime» felaketine uğramamaları, İlhanlıların Anadolu'ya getirdikleri yeni Türk unsurları ve Anadolu ile Azerbaycan'daki yabancıları büyük ölçüde sürmeleriyle mümkün olabilmiştir. Bunu vahşet sayan Avrupalıların Türkistan'da büyük kırgınlar yapan ve teslim olan bazı şehirlerin ahalisini topyekûn öldürten Makedonyalı İskender'e “Büyük” sıfatını vermeleri mantıksızlığın ve biraz da bize karşı kinin mahsulüdür. Hatta bizde dahi tarihi çok biliyorum havasına girenler Horasan'da Emevi hakimiyeti esnasında valilik yapan Kuteybe bin Müslim’le Haccac bin Yusuf’un bölgeyi sevk ve idare tarzlarını, askeri seferlerini gaddarca bulurken Türkistan'da büyük kırgınlar yapan ve teslim olan bazı şehirlerin ahalisini topyekûn öldürten Makedonyalı İskender'i hiç görmüyorlar ve tıpkı Avrupa kavimleri misali Büyük İskender nitelendirmesini yapmaktan geri durmuyorlar.
Avrupalılar bütün Asya milletlerini yenebildikleri halde Türklerin tek başlarına Batı dünyasına, Haçlı alemine karşı yüzyıllarca süren şerefli mücadele ve savunmasını unutamadıkları gibi Türklerin tek başlarına Batı dünyasına, Haçlı alemine karşı direnen, savaşan tek Asya kavmi olmasını bir türlü hazmedemiyorlar. Onun için kendilerinde ve başkalarında normal gördüklerini bizde kusur olarak ileri sürüyorlar.
Kısaca eğer İlhanlılar Anadolu topraklarına yeni Türk unsurlar getirmeseydi ve kâh Anadolu'daki, kâh Azerbaycan'daki Türk olmayan unsurları sürmeseydi bugünkü anlamda Türkiye Devleti olmazdı ve 1040’ta kurulan Türkiye Devleti bugünlere gelemezdi.
Yüz yıl süren İlhanlı hanedanının iktidarı sırasında yanlış tarih telâkkisinin müstakil hükümdarlar saydığı Osman Gazi olsun, hakeza onun oğlu Orhan Gazi birer şanlı uç beyleridir ve onların attıkları adımlarla Türkiye Devleti'nin cihana nizam vereceği yolların taşları döşenmiştir. Hepsine rahmetler olsun!
Neticede bu şanlı uç beylerinin temellerini attığı Kayı Beyliği, Murad Hüdavendigâr’dan itibaren Devlet-i Aliyye'ye dönüşmüş ve 1402 Ankara Savaşı'ndaki büyük ölçekli olan, fakat yıkmayıp ağır vurgu yapan bir Timur sarsıntısına rağmen 600 yılı aşkın varlığını sürdürmüş bir Hanedan-ı Âl-i Osman gerçeği vardır.
Yani Türkiye Devleti'nin tarihini dört aşamada incelemek mümkündür: İki asırlık Selçuklu dönemi ile dünya sahnesine, tarih sahnesine merhaba diyen Türkiye Devleti, bir asır İlhanlı iktidarına sahne olmuş, ardından altı asır cihanı kendine piyade eden, birden çok kıtada at koşturan Osmanlı evresi ve Selçuklu zamanındaki Haçlı seferlerinin asırlar sonra tekerrür etmesiyle verdiğimiz Milli Mücadele sonrasında Atatürk ve arkadaşlarının ilan ettiği, halk egemenliğine dayalı bir rejim vardır. Horasan'da yolculuğa çıkan Türkiye Devleti, Konya, Sivas ve İznik'te direnişte olmuş, Bursa'da ve Edirne'de atağa geçmiş, İstanbul'da şahlanarak dünya gücü olduğunu tüm cihana duyurmuştur. Ankara’da ise bugünkü halini almıştır.
Uzun lafın kısası okul kitaplarında devletimizin ne zaman kurulduğuna dair bir işaret olmasa da 1040 yılının 23 Mayıs'ında kazanılan Dandânekan Meydan Savaşı'nın sonunda kurulan devletimiz bugüne kadar aralıksız gelen bir devlettir.
Bundan ötürüdür ki Türkiye Devleti 985 yıllıktır ve nice 985 yıllara milletçe erişmek nasip olsun.
Ve sözümü şu dua ve temenniyle bitirmek istiyorum:
Allah 985 yıllık Türkiye Devleti'ne, Türkiye Devleti'nde yaşayan necip Türk ulusuna zeval vermesin.
Amin!
Selâm ve dua ile…
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.