Nakşibendilik 11 Ana prensip! Nakşibendilikte Onbir esas ile 11 Temel esas
Nakşibendilik 11 Ana prensip! Nakşibendilikte Onbir esas ile 11 Temel esas
Tasavvufî terbiyede temel esaslar hangileridir? Nakşibendiliğin temel ilkeleri nelerdir? Nakşibendilik’te onbir temel esas.
Tasavvuf ehlinin büyüklerinden Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri’nin tespit ettiği bâzı prensipler vardır.

NAKŞİ YOLUNUN ESASLARI
Husûsan Nakşî yolunun tâkib ettiği seyr u sülûk usûlünde, yâni ham vasıflardan kurtulup, kâmil insan hüviyetine ulaşmayı hedefleyen mânevî terbiyede bu prensiplere riâyet, müstesnâ bir ehemmiyeti hâizdir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
- Hûş der dem: Her alınıp verilen nefeste mânen uyanık bulunmak.
- Nazar ber kadem: Gözün ayak ucuna bakması.
- Sefer der vatan: Her adımda Hakk’a yürümek.
- Halvet der encümen: Halk içindeyken bile Hâlık ile beraber olmak.
- Yâd-kerd: Kalbin zâkir hâle gelmesi.
- Bâz-geşt: Matlûb ve maksûdun ancak Allah rızâsı olması.
- Nigâh-dâşt: Şeytânî ve nefsânî havâtırdan korunmak.
- Yâd-dâşt: Kendini dâimâ Allâh’ın huzûrunda bilmek.
- Vukûf-i zamânî: Her an kendini yoklamak ve zamanı iyi değerlendirmek.
- Vukûf-i adedî: Zikir sayısına dikkat ve riâyet etmek.
- Vukûf-i kalbî: Kalbin dâimâ zikr-i ilâhî ile meşgûl olması ve zikirde kalbe yönelmek.

NAKŞİBENDİLİK’TE 11 TEMEL ESAS
Bu kıymetli prensipler üzerinde kısaca durmakta fayda mülâhaza ediyoruz:
1. Hûş der dem: Her alıp verilen nefeste mânen uyanık bulunmaktır.
Hûş der-dem
Anlamı her alınan ve verilen nefeste manen uyanık bulunmaktır. Nefes alıp verirken, gaflette olmamak..
Mevlânâ Sâdeddin Kaşgarî bu ölçüyü;
“Bir nefesten diğer bir nefese geçerken bile asla gaflete düşmemek ve dâimâ Allâh ile huzurda olmak.” şeklinde târif eder.
Her nefeste uyanık olmak, zâkirin gerek zikir esnâsında, gerekse sâir zamanlarda, Allah’tan gâfil olmaması demektir. Nefesleri gafletten kurtarmak, kalbe huzur bahşeder. Her nefes alıp-verişte kalbin Allâh ile huzurda olması; Allâh’a itaat bereketiyle nefesleri ihyâ etmeye bağlıdır. Bir insanın kalbi Allâh ile beraberliğin huzur ve şuuruna erişince, buna bağlı olarak diğer hâl ve tavırlarında da düzelme görülür.
2. Nazar ber kadem: Ayak ucuna bakarak yürümek demektir. Sâlik, gözünün ve ona bağlı olarak da gönlünün etrafa fazlaca takılıp kalmaması için, yolda ayaklarının ucuna bakarak yürümelidir. Çünkü lüzûmunu aşan mâsivâ alâkaları, kalbî huzûru dağıtır, Hak ile araya perde olur.
Nâzar ber-kadem
Anlamı Gözün ayak ucuna bakarak yürünmesi, fuzûli (boş) bakışlardan muhafazasıdır. Başkasına değil, kendine bakmalıdır..
Hadd-i zâtında bu usûl, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yürüyüş tarzını tatbikten ibârettir. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yürürken gerekmedikçe etrafına bakınmaz, umûmiyetle ayaklarının ucuna bakarak, sanki yokuştan iniyormuş gibi serî ve vakarlı yürürlerdi. Yâni bu prensip, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek ahlâkından muktebestir.
Hakîkaten göz nereye bakarsa, gönül de oraya akar. Gözün âdetâ bir kamera gibi çektiği filimler, kalbi çoğu zaman lüzûmsuz yere meşgul eder. Bu bakışlar gönül arşivinde lüzûmsuz yer işgâl eder. Bu sebeple gönlün dağınıklıktan ve perişanlıktan sâlim kalabilmesi, bir bakıma oraya akseden görüntülerin keyfiyetine bağlıdır.
Çünkü sâlikin kalbi mâsivâya takılınca, vesveseler başlar. Şâyet gâfillerle ihtilât ederse, onların katı kalblerinin kasveti, kötü huyları, bozuk fikirleri kalbine akseder. Bu ise son derece tehlikelidir.
Bu sebeple sâlikin, tevâzu ehline yakışan edeb ve üslûb ile, mümkün olduğunca ayak uçlarına bakarak yürümesi gerektiği gibi, sâir zamanlarda da bakışlarına dikkat etmesi îcâb eder. Yürürken ayak uçlarına bakmakta; tevâzû, edeb, haddini bilmek, gözü haramdan korumak ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetine bağlılık vardır.
3. Sefer der vatan: Bir mürşid-i kâmile varabilmek kastıyla çıkılan yolculuğun yanısıra, sâlikin, kötü ahlâktan ve günahların kesâfetinden arınıp güzel ahlâk ve latîf duygulara, yâni aslî hüviyetine yönelmesini ifâde eder. Sâlik hiçbir zaman içinde bulunduğu mânevî hâli kâfî görmeyip, daha güzel bir hâle ulaşmaya çalışmalıdır. Yahut bir makamdan, daha yüksek diğer bir makama sefer gayretinde olmalıdır.
Sefer der-vatan
Halktan ayrılıp Hakk’a gitmesidir.
Ebû Osman el-Mağribî Hazretleri buyurmuşlardır ki:
“Sâlik, hevâ ve hevesini terk edip Allâh’a ibâdet ve tâata dönmelidir. «Sefer der vatan» sözüyle kastedilen, bir memleketten diğer bir memlekete yolculuk etmek değil, insanın kendi iç âleminde Allah -celle celâlühû-’ya vuslatıdır. Sâlik, bir mürşid-i kâmil bulduğu zaman zâhirî yolculuğu bırakıp bâtınî yolculuğa başlar.”
Seyr u sülûkte bu düstûr ile sâlik, “Ben Rabbime gidiyorum.” (es-Sâffât, 99) diyen İbrahim -aleyhisselâm- gibi, her adımda Rabbine gitmekte olduğunun idrâkine ulaşır.

4. Halvet der encümen: Halk içindeyken bile Hâlık ile beraberlik şuurunu muhâfaza edebilmektir. Yâni sâlik, zâhiren insanlarla ihtilat hâlindeyken ve günlük işleriyle meşgulken bile, bâtınen Hak Teâlâ ile berâber olma dirâyetine erişmelidir. Bu sâyede etrâfına hissettirmeksizin Rabbiyle beraberliğini sürdürmüş ve aynı zamanda beşerî hayatın îcaplarını da aksatmamış olur. Nitekim “el kârda, gönül yarda” kelâm-ı kibârı, bu hâli pek veciz bir sûrette ifâde eder.
Halvet der-encümen
Halk içinde de olsa, halvet hali olmalıdır.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de bu kalbî dirâyete sâhip kullarını şöyle tavsif buyurur:
“Onlar, ne ticâretin ne de alışverişin kendilerini Allâh’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir. Onlar, kalblerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (en-Nûr, 37)
Nakşîlikte sohbet ve ictimâîleşmek esastır. Bu sebeple de tek başına tenhâ bir yerde halvete girmek değil, zâhiren kalabalıklar içinde bulunulsa bile kalben Hak Teâlâ ile halvet hâlini sürdürebilmek daha makbûl görülmüştür.

5. Yâd-kerd: Kalbin zâkir hâle gelmesidir. Nefy ü isbât yoluyla (Lâ ilâhe illâllâh zikriyle) kalbde bir nevî put hâline gelmiş bulunan bütün mâsivâ kirleri çıkarıldıktan sonra, yegâne maksûdun Allâh olduğu fikri kalbde sâbitlenir.
Yâd kerd
Anlamı; kalbin zakir hale gelmesi, yani dil ve kalp zikrini birleştirmektir. Şeyhin verdiği zikri, kalb ve dil ile daima tekrarlamak.
Zikrin latîf harâretinin kalbden bütün vücuda yayılması netîcesinde, insanın şuuraltında meknuz bulunan ulvî duyguları canlanıp bir şuur hâline gelerek, davranışlara aksedecek kıvâma ulaşır. Zîrâ zikri ve fikri Allâh ile olan bir insanın merhamet, sabır, sehâvet ve affedebilme gibi ilâhî ahlâktan nasipsiz kalması düşünülemez. Bütün bunlar ise kâmil bir insan olabilmenin mecbûrî şartlarındandır. Bu sebeple kalbin zikirle intibâha getirilmesi, tasavvufun en mühim prensiplerindendir.
6. Bâz-geşt: Matlûb ve maksûdun ancak Allah rızâsı olmasıdır.
Bâz geşt
Anlamı; matlub ve maksudun ancak Allah rızası olmasıdır. Zikirle Allah’a dönüş, vuslât düşünülmelidir.
Nefy ü isbât zikrinin sonunda « اِلٰهِى اَنْتَ مَقْصُودِى وَرِضَاكَ مَطْلُوبِى », yâni “Allâh’ım, maksûdum ancak Sen’sin ve matlûbum ancak Sen’in rızândır”, denilerek yapılan zikrin tefekküründe derinleşmektir. Bu, nefy ü isbâtın mânâsını te’kîd edip, tevhîd sırrının kalbde gerçek mânâda yerleşmesi içindir.
Böylece Allâh ile arada perde olan bütün gâye ve arzular nefyedilerek kalbî itmi’nân hâsıl olur. Diğer taraftan zikir gibi mânevî bir temrin ile mertebeler aşmak, kerâmetlere nâil olmak gibi gönle gelebilecek muhtemel vesveseler de tamâmen reddedilip, asıl gâyenin Allâh’ın rızâsını kazanmak olduğu düşüncesi gönle bir kez daha nakşedilir.
Bu sûretle yapılan zikrin mânâsı şuura iyice yerleşip hayata aksedince de artık fânî ve îzâfî takıntılar gözden düşüp her şeyde ilâhî tecellîler müşâhede edilmeye başlanır.

7. Nigâh-dâşt: Nefsânî ve şeytânî havâtırdan korunmaktır. Gözü uygunsuz şeylere bakmaktan, aklı kötü düşüncelere dalmaktan muhâfaza etmek ve Hakk’ın tecellîgâhı olan kalbi dâimâ kontrol altında tutarak, mâsivânın orayı istîlâ etmesine mânî olmaktır.
Nigâh-daşt
Anlamı; nefsani ve şeytani vesveselerden korunmaktır. Kalbi zararlı düşüncelerden korumak.
Tasavvufun bir hedefi de, kalbi menfî havâtırdan ve fâsid fikirlerden muhafaza etmektir. Kalbi bunlardan muhafaza etmek ise çok zor bir iştir. Buna muvaffak olan kimse tasavvufun gerçek semeresini elde etmiş olur.
8. Yâd-dâşt: Kulun dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bulunmakta olduğunu hatırında tutması ve bu şuurla hareketlerine dikkat etmesidir. Buna “murâkabe” de denilir.
Yâd-daşt
Anlamı; kendini daima Allah’ın huzurunda bilmektir. Masivâyı bırakarak, sadece Allah’ı düşünmektir.
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16) buyurmaktadır.
Bu sebeple ihsân duygusunu, yâni Cenâb-ı Hakk’ın, kulunu her an görmekte ve her hâlini bilmekte olduğu şuurunu hiçbir zaman kaybetmemek îcâb eder. Hakîkaten bu duygu, günahlara karşı sağlam bir zırh gibidir. Zîrâ bir insan, kendini ilâhî huzurda bilmekteyken ve kalbi Allâh ile berâberken nasıl günah işleyebilir?
9. Vukûf-i zamânî: Her geçirilen saati “huzur” veya “gaflet” nokta-i nazarından muhâsebeye tâbî tutmak ve zamanı iyi değerlendirmektir. Sâlik, içinde bulunduğu vaktin kıymetini iyi bilmeli ve lüzumsuz şeyleri terk edip zamânını en kıymetli şeye hasretmelidir. Zamânı ne derecede değerlendirebildiği husûsunda da sık sık nefsini hesâba çekmelidir.
Vukuf-ı Zamanî
Anlamı; her an kendini yoklamak ve zamanı iyi değerlendirmektir. Müridin zamanı çok iyi değerlendirmesidir.
Diğer bir mânâda vukûf-i zamânî, sâlikin her an kendi hâlinden haberdâr olması ve hâlinin şükür mü yoksa özür mü gerektirdiğini bilerek mûcibince amel etmesidir. Hakîkaten sâlik, her gece ve gündüz işlediği amellerini birer birer muhâsebe etmeli, sâlih amelleri kendine müyesser kılan Allâh’a şükredip daha ötelere varmağa gayret göstermeli, hataları için tevbe ve istiğfâr edip pişmanlıkla Allâh’a yönelmelidir. Ömrün son derece kıymetli olan her ânını ve hâssaten Cenâb-ı Hakk’ın husûsî bir bereket bahşettiği müstesnâ zamanları bir fırsat ve ganîmet bilmeli, bütün gücü ile mânevî uyanıklık içinde idrâk ve ihyâsı için gayret göstermelidir.
Velhâsıl her ân ve her hâlin muhâsebesini yaparak huzûrda geçirdiği ânına ve hâline şükredip, gafletle tükettiği zamanlar için tevbekâr olmalıdır. Bir başka ifâde ile kabz hâlinde istiğfâra, bast hâlinde ise şükre devam etmelidir. Bu sûretle her hâlükârda gafletten sakınan bir kimse, gereksiz mâzî endişesinden ve istikbâl telâşından kurtularak, yaşamakta olduğu hâlin ihyâsıyla meşgûl olur ki tasavvuftaki “Sûfî, ibnü’l-vakt olmalıdır.” prensibi de bunu ifâde eder.

10. Vukûf-i adedî: Zikrin adedine dikkat ve riâyet etmektir. Mürşid-i kâmiller, sâlikin mânevî hâline göre belli miktarda zikir verirler. Çünkü zikrin de umulan netîceyi hâsıl edebilmesi için, belli bir tekrar sayısı, tâbir câizse bir dozajı vardır. Bu sebeple sâlikin zikir esnâsında dikkatinin dağılıp gönlünün vesveseye düşmemesi için, mürşidinin söylediği ölçülere ve verdiği sayıya riâyet etmesi gerekir. Zîrâ zikirde her ne kadar evveliyetle keyfiyet mühimse de, zikrin kemmiyeti, yâni muayyen bir hudûdu ve ölçüsü olmadığı zaman, bâzen zihnî ve kalbî huzursuzlukların görülmesi de muhtemeldir. Bu durum her şeyde olduğu gibi, zikirde de ifrat ve ölçüsüzlükten doğabilecek hatâların bir neticesidir. Bu sebeple zikri hem keyfiyet ve hem de kemmiyet itibâriyle en güzel bir sûrette îfâ etmeye gayret göstermelidir. Zîrâ zikirde sayıya riâyet, mücerred olarak sayı saymak değil, sayı çerçevesi içinde “kalbî zikri”derinleştirmektir. Bunun ise zikrin keyfiyetine mânî olmadığı gibi, aslında onu takviye eden bir şart olduğu açıktır.
Vukûf-ı Adedî
Anlamı; zikir sayısına dikkat etmek ve uymaktır. Dersin adedi ve gerçek manası düşünülmelidir.
Hakîkaten zihin, muhtelif düşüncelerle dolu ve kalb de çeşitli endişelerle huzursuz bir hâlde iken yapılan zikirde, adede riâyet de çoğu zaman mümkün olmaz. Bu sebeple aklı dağınıklıktan koruyup, zikir esnâsında dikkati zikrin mânâsı üzerinde teksîf etmekle berâber, zikrin adedine de riâyet etmek, aynı zamanda bu işe gösterilen ciddiyetin bir ifâdesidir.
11. Vukûf-i kalbî: Kalbin dâimâ zikr-i ilâhî ile meşgul olmasıdır. Bu, ihsân duygusunun dâimî bir şuur hâline gelmesi demektir. Sâlik her fırsatta kalbini yoklamalı, onun ne hâlde olduğuna bakmalıdır. Zîrâ zikirde asıl matlûb, kalbin zikredilenden haberdâr olmasıdır. Zikir, ağızdan kalbe inmeyen kuru lafızların tekrarından ibâret değildir. Bu sebeple zikir esnâsında murâkabe hâlinde olmalı, bütün dikkati zikredilene teksîf etmeye çalışmalıdır. Sâdât-ı kirâm hazarâtı, vukûf-ı kalbînin, yâni dikkati kalbe yöneltmenin zikirde şart olduğunu söylerler. Zikrin gerçek muhtevâsını tadabilmek için, bütün varlığın ve husûsan kalbin de Allâh’a yöneltilmesi îcâb eder.
Vukûf-ı Kalbî
Anlamı; kalbin daima zikr-i ilâhî ile meşgul olmasıyla kalbin kontrol edilebilmesidir. Kalbi uyanık tutmak gerekir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak:
“Rabbinin ismini zikret ve bütün varlığınla O’na yönel.” (el-Müzzemmil, 8) buyurur.

İslam sancağını taşıma gibi mukaddes bir kazanıma nail olan Anadolu evliyaları, manevi ve zahiri anlamdaki görevlerini layıkıyla yerine getirmiş ve o sancağı gelecek nesillere ulaştırmıştır. Bu vesileyle de, İslamın ve o şerefli sancağın yeni mihmandarları her dönemde zuhur etmiştir. Etmeye de devam edecektir. Allah’ın (C.C.) nuru kıyamete kadar sönmeyecektir. Öyle ki; yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim (Tevbe-119)’de Allah (C.C.) şöyle buyurmaktadır: ”Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve ‘SADIKLARLA‘ beraber olun.”
Bu anlamda tüm ömrünü ve hayatını hak yoluna adayan, İslam sancağını taşıma ve taşıtma şerefine mazhar olmuş tüm Allah dostlarına selam olsun.
Bu minvalde: ”Günümüz dünyasında özellikle de batı (AVRUPA) ülkelerinde İslamın sancağını dalgalandırmaya kendini adayan bir Allah dostunu daha tanıyalım.” ‘SADIKLAR YOLU‘ anlamına gelen ‘SADİKAT’ ismiyle yeni bir harita ve yeni bir usül başlatan, tamamen metotsal yöntem ve tekniksel uygulamalarla sürdürülen yepyeni bir tasavvuf yolunu açan, işte o Allah dostu ve içsel yolculuk ile farkındalık oluşturan yeni vizyon haberimizde;

SÂDİKAT (SADIKLAR YOLU) nedir?
”Sâdikat” (Sadıklar yolu), Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) silsilesi riyasetinde tekniksel usul ve yöntemsel olarak yeni bir yol ve yeni bir isim-uygulama olarak başlatılmıştır. İsmini de Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’ın kendisinden almakta ki, “Sadakat, Sıddıklık, Yolda Sadık ve Yoldaki Sadık” gibi güven ve huşu ile huzur verici anlam-manalar taşımaktadır.
”Sâdikat (Sadıklar Yolu), tamamen bilimsel kuram, ilim ve metotsal uygulamalara dayalı bir eğitim mekanizması ve hayatın olağan akışına uygun bir şekilde İslam medeniyetini hayata entegre edilebilecek bir yaşam biçimini üstlenmiştir.”
Öyle ki, Allah cc. Kur’an da: ‘Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten korkun-sakının ve “sadıklarla” beraber olun.’ Şeklinde buyurarak, insanlar içinde sadece “iman edenlere’’ yönelik uyarı ve bilgilendirme ile yönlendirmektedir. Yani her iman ehli ve iman edecek insan “Sadıklar” la beraber olmalıdır. Bu Allah (C.C.)’ın farz-em
‘Sadıklık’ ne demek, anlamı ve manası nedir?
Sadıklık önemli bir meseledir ve manası da çok derindir. Sadıklılığın Allah (C.C.) nazarında ve mana aleminde özel-önemli bir ayrıcalığı vardır. Şöyle ki, sadıklık genelde Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) efendimiz ile ölçülendirerek bizlere örnek gösterilir ki, bu örnekleme de en doğru olanıdır. Mesela yeryüzünde başka hiçbir insana ‘’EKBER’’diye manen lakap-isim verilmemiştir. Oysaki Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) efendimize bu anlamda ‘’EKBER’’ ismi (SIDDIK-I EKBER) lakap-isim verilerek kendisi yeryüzünde de mana aleminde de izzetle şereflendirilmiştir. Peki ezanlarımızda ’’ALLAH-U EKBER’’ diye söylerken ve sadece Allah (C.C.)’a ait olduğunu bildiğimiz böylesi yüce ve mukaddes bir hitap neden bir insana verildi?

Bu konuya, ”Sâdikat” (Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) şöyle ışık tutarak aydınlatıyor; biz ezan okurken veya zikr ile Allah (c.c)’ı tesbih ederken dile getirerek söylediğimiz ’’ALLAH-U EKBER’’ hitap/nidası dünyadaki tüm toplumlarda aslında doğru bilinmemektedir. Şöyleki,’’ALLAH-U EKBER, ALLAH-U EKBER’’ hitap-nidası ’’ALLAH BÜYÜK-BİR-YÜCEDİR, ALLAH BÜYÜK-ULU-YÜCEDİR’’ şeklindeki mana-anlam ile bilinmektedir. Oysaki bu bilinen ’’ALLAH BÜYÜK-BİR-YÜCEDİR, ALLAH BÜYÜK-ULU-YÜCEDİR’’ şeklindeki mana-anlam, ululuk ve yücelik mana-anlamını değil de ’’ÖNCE’’ mana-anlamını taşımaktadır. Yani meseleyi biraz daha derinleştirmek gerekirse şöyle, tüm inananları namaza davet etmek için ezan okunurken ’’ALLAH-U EKBER, ALLAH-U EKBER’’ hitap-nidası ile ’’ALLAH BÜYÜK-BİR-YÜCEDİR, ALLAH BÜYÜK-ULU-YÜCEDİR’’ şeklinde değil de aslında ’’ALLAH ÖNCE, ALLAH ÖNCE’’ şeklinde demek istiyoruz. Zikir ve tesbihatlarımızda da bu böyledir. Biz, ’’ALLAH-U EKBER, ALLAH-U EKBER’’ hitap-nidâsı ile aslında ’’ALLAH ÖNCE, ALLAH ÖNCE’’ şeklindeki mânâ-anlamını taşıyoruz. Namaza davet ederken ezanla, tüm evrene, dünyaya ve tüm topluluklara Allah (c.c)’ın her şeyden önce olduğunu ve meşguliyetlerini hemen bir kenara bırakmalarını gerektiğini ve Allah (c.c)’ın her şeyden önce olması gerçeğini hatırlatıyoruz. Aklen düşünenler de bilir ki, mantık-doğrusu da budur. Zaten birçok ayette Namazın önemi ve tüm fenalıklardan koruduğunu ve şüphesiz her şeyden önce geldiğinin bilgisi bize söylenir ve uyarılırız.
Tüm bu nedenlerden ötürü genel hayatın tümünde Allah (C.C.)’ın her tüm masivadan önceliği olduğunun farkındalığını bilinç altındaki nörolan sarmal-ağlara işliyor-gönderiyoruz. Bunun sebebi de unutmamaktır. İnsanoğlu doğası gereği unutmaya meyil eden bir varlık olarak yaratılmıştır. Şeytan-nefsin çok kolaylıkla düşüncelerimize müdahale edebildiği bu alanda Allah (C.C.)’ın her şeyden önce geleceğini bir-her an bile unutmadan-hatırlamak ve daima bilinç altına gönderilmiş bilgi-varlığı gün yüzüne çıkarmak suretiyle gerçekle yüzleşmeliyiz.
Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’a ‘’EKBER’’ ismi (SIDDIK-I EKBER) neden verildi?
Şimdi gelelim o güzel insan ve o şerefli sadık dosta! Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) efendimize ‘’EKBER’’ ismi (SIDDIK-I EKBER) ile neden şereflendirilmiştir. Neden kendisine sadece Allah (C.C.)’a (haşa)ait olan bir sıfat yüklüyoruz. Kendisini neden ’EKBER’’ ismi (SIDDIK-I EKBER) ile çağırıyor-anıyoruz?

Çünkü, Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) efendimiz ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER) tüm sahabelerden ‘ÖNCE’ gelir. Öyle ki ilk iman eden ve ilk efendimize tabi olan ve onun için ‘o ne diyorsa doğrudur’ diyendir. Tüm malını mülkünü ve sahip olduğu tüm kişilik haklarını elinin tersi ile islam ve peygamberimiz için tereddütsüz bir kenara atmak sûretiyle iten kişinin adıdır Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER). Kendisi ile ilgili Allah (C.C.) tarafından izzetle şereflendirilen ayet de vardır. Mağarada, savaşlar ve her mücadelede peygamberimizin yanında ve hatta önünde duran kişinin adıdır Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER). Kızını O’nunla evlendiren ve diğer sahip olduğu varlığını, mülklerini feda eden kişinin adıdır Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER).
Hazreti Ali (R.A.) efendimiz (bir rivayete göre Hazreti Ömer r.a.) ile yan yana bir kapıdan içeri girerlerken, Hazreti Ali (R.A.) efendimiz kendisine aman efendim önden buyurun siz daha önemlisiniz demişse de, Hazreti Ebu Bekir Sıddık;(R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER)’de olmaz önden sen girmelisin çünkü sen efendimin amcaoğlu’sun demiş. Bu duruş karşısında Hazreti Ali (R.A.) efendimiz pes etmemiş ve efendim ama sizde mağarada birlikte oldunuz ve nûr cemal-i gördünüz dese de, Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER)’da olmaz önden sen girmelisin çünkü sen efendimin damadı, Fatıma’nın da eşisin demiş. Karşılıklı bu onore etme-güzel atışma (bizlere örnek davranışlar) rivayetlere göre bir saat kadar sürmüş ki, nihayetinde ilmin kapısı o güzel insan Hazreti Ali (R.A.) efendimiz şöyle bir durur, bir derin nefes alır ve tebessüm ederek Hazreti Ebû Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER)’e şöyle der; ama sen de ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER)’sin… İşte o zaman bu onore etme-güzel atışma sona erer ve Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER) o kapıdan ‘ÖNCE’ girer ve görenler-duyanlar artık bilir ki, Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) ‘’EKBER’’ (SIDDIK-I EKBER) herkesten ve her şeyden önce gelir.
İşte bizler de bu sayede ve bu mana-anlam ile Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’e ‘’SIDDIK-I EKBER’’ (SAHABELERİN ÖNCESİ-HER ŞEYDEN ÖNCE) diyoruz ve demeye de devam etmeliyiz. Tüm bu sebeplerle bizler de ayette buyrulduğu gibi Sadıklarla beraber olmalıyız ki, Sadıklık ölçüsünü de yine Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.)’tan ‘(SIDDIK-I EKBER) alınarak günümüze dek tertemiz bir şekilde getirilmiştir. İşte bu sebeptendir ki yeni yolumuzun adı SÂDİKAT (SADIKLAR YOLU) dır. Sadikat (Sadıklar yolu)bu kutlu-mukaddes mirasın devamı ancak, tertemiz-pak olan yeni bir kimlik ve yeni bir oluşumudur.
Sadikat (Sadıklar yolu)’ın ölçüsü-kaynağı Kur’an-ı Kerim ve sahih hadislerdir.
”Sâdikat” (Sadıklar yolu)’ın ölçüsü ve kaynağı; tamamen Kur’an-ı Kerim ve sahih hadislerden oluşan ve özellikle de maneviyat iklimindeki mevcut iletişim araçlarını kullanmak suretiyle içsel yolculuk ile dünya hayatındaki yaşamı birbirine bağlayan yeni bir yol ve yeni bir yaşam biçimidir.

Ahir zaman dediğimiz bu zaman içerisinde toplumsal ve coğrâfî anlamda yaşanan tüm felaketler, huzursuzluklar, üzüntüler ve kaygılar beraberinde endişeler yerini huzurlu, dingin ve içselleştirilmiş bir yaşam kaynağına dönüştürerek kalan ömrü huşû içerisinde geçirerek Allah (C.C.)’ın takdir ettiği ölçü çerçevesinde yaşam kalitesini sürdürmeye aracı olan, tekniksel uygulamadır.
”Sâdikat” (Sadıklar yolu) günlük yaşantımızda İslam ölçüsüne uygun bir şekilde davranmak, eş, dost ve akrabalara iyi davranmak özelliklede ticari ve çeşitli alışverişlerde kul hakkına riayet ederek günü bitirmeyi dengeler. Nitekim tüm bu dengeler sayesinde derviş-ihvanlar Allah (C.C.)’ı zikr-anmak ve emirlerini böylece yerine getirir. Nitekim Bedir Efendi zaman ahir zamanıdır. Mürşid bir yerde oturup artık mürit beklemesi yanlış ki bunun zamanı da değildir. Çünkü zaman (Ahir-zaman) çok yakındır. Mümkün olduğunca saha-sokaklara dağılarak ve topluma karışarak hayatın normal olağan akışına uygun olarak hareket etmek ve etrafındaki gaflet uykusunda olan Müslümanlara tebliğde bulunmak gerekir. Bu tebliği yapabilmek ve İslam’ın vecibelerine ilişkin davet edeceğimiz yaşam biçimine uygun bir hayat sürmemizle mümkün. “Elinde sigara olan bir kişi sigaranın zararlarını anlatamaz!” Demezler mi önce adam ol da sen bırak diye! Dini terimleri kullanmak suretiyle topluma sesli davet etmek yerine örnek yaşantımız ile insanlara örnek olmamız gerekir.
Tüm bu nedenle tebliğ ve davet önce kendimizden başlamalı ve söz konusu İslam’a uygun olan yaşam biçimini önce kendimize entegre etmeliyiz ki, toplumda söz sahipliği-saygınlık ile etki-tesirimiz olsun.
Sadikat (Sadıklar yolu)’ın günlük kısaca görev şeması
”Sâdikat” (Sadıklar yolu)’ın; “Ders-görev tertibatı şekil-yöntem ile günlük yaşamda sayısal olarak belli adetlerde, tevbe istiğfar (Estağfirullah-elazim), ismi celal (Allah,Allah,Allah), kelimeyi tevhit (Lâilaheillallah) ve çeşitli zikir telkinleri üzerinden salavat tesbihatları ile Allah (C.C.) ile manevi anlamda bilinçlilik hali ile iletişimi koparmadan bulunmayı sağlar.” Diğer taraftan aynı anda eş zamanlı olarak da 11 Ana prensip metotların içindeki 4 prensibin tekniksel uygulamasını hayatın normal olağan akışına uygun bir şekilde kullanarak huşu-huzur içinde günü Allah (C.C.)’ın bizden istediği yaşam biçimi ile tamamlamayı sağlar.
‘SÂDİKAT’ ile ‘TARİKAT’ Arasındaki fark!
‘SÂDİKAT’ ile ‘TARİKAT’ arasında ki aslında hiçbir fark yoktur. İki uygulama da Hazreti Ebu Bekir Sıddık (R.A.) tarafından başlatılarak günümüze dek devam eden metotsal ve tekniksel uygulamalardır. Hayatın kendi içine yönelik entegre edilmek suretiyle insan yaşamına İslam dininin takdir ettiği ölçüsündeki koşullara uygun bir biçimde yaşamı sürdürmeye vesile olan tercihsel bir yaşam biçimidir. Ancak, Tarîkat (mukaddes yol), günümüz koşullarına bağlı ve konjonktürler gereği toplumsal ve kitlesel dengeleri korumak adına gaye-emellere alet edilmiş, bu nedenle, kutsal-mukaddes olan ismi de zihinlerde bulandırılmıştır.
Tüm bu sebeplerden dolayı dünyanın hemen hemen tüm coğrafyalarında insanlar, topluluklar, gruplar ve aileler kutsal-mukaddes olan bu ismi (TARİKAT) günümüzdeki gelişmeler nezdinde oluşan olumsuz algıdan dolayı, dillendirmeye ve içinde bulunmaya korkmuş ve artık uzaklaşarak etrafını da bu tutum ve davranışı sergilemeleri için imtinâ etmiştir. Tarikat nefsi terbiye eden uygulamaları varken, insanlar kutsal-mukaddes olan bu varlığı nefsi ve menfi çıkarlarına göre kullanmak suretiyle diğer insanların nazarında kıymetini yitirmesine sebep olmuştur. Ne yazık ki kutsal/mukaddes olan bu yol (TARİKAT) artık insanlar ve toplumlar nezdinde değerini ve kıymetini yitirmiş ki artık kötü tanımlama ile anılmaktadır.
Kâr amacı gütmeyen gibi görünseler de gelir elde eden STK’ları yöneten holding şirketleri:
İlgili cemaat/grupları “iktisadi teşekkül” (ticari işletme) adı altında kâr amacı gütmeyen, çıkarları doğrultusunda hareket etmeyen gibi görünseler de gelir elde etmek amacıyla kurulmuş olan bir takım birlik-vakıf ve dernekler üzerinden yönetilen holdingler-şirketler vardır. Kaldı ki bu şirketleri yöneten sözde manevi önder/liderlerin de olağanüstü lüks ve şaşalı hayat yaşantıları bulunmaktadır. Kendi yaşamına münhasır elde ettiği kar (gelir) üzerinden mevcut lüks yaşantılarını halen devam ettiren ve ayakta durabilmek için söz konusu haksız kazanç ile elde edilen gelirin düzenli olarak ticari döngüsünü devam ettirmektedirler. Böylece günümüz dünyasında varlığını sürdüren cemaat/gruplarının neredeyse tamamı gelir elde etmek amacıyla gayret göstererek mücadele vermektedirler.
Bugünün tarikat kolları (büyük bir çoğunluğu) manevi ölçüde ve çizgide değillerdir.
Ancak, tarikat (mukaddes yol)’ın ana sermâyesi ise “gönüllü hizmet” esasına dayalı olduğundan ilgili sistematik mekanizma ile çelişmektedir. Tüm bu nedenlerle konjonktürel olarak günümüz koşullarında varlığını sürdürmek zorunda olan gruplar/cemaatler mâneviyat aleminin beklediği ölçüde ve tarikat (mukaddes yol) erkan ve adabının çizgisinde değillerdir.
İşlevsellik şeması tamamen gelir elde etmek ve o gelirin büyük pasta/payesini de kendi bünyesinde kullanmak üzere dizayn etmişlerdir.
Allah dostlarının bıraktığı mukaddes yol-mirası çocukları, torunları veya damatları ‘sözde’ taşıyor
Ancak, bu gruplar/cemaatler önceden doğru istikamet ile tarikat (mukaddes yol) bünyesinde düzenli bir sistem üzerinden toplumsal meselelere ilişkin duyarlılık gösteren, farkındalık adına gayretle, gönüllü hizmetler veren Allah dostlarının da başında bulunduğu sistematik bir mekanizma ile toplumsal ve kitlesel olarak büyük hizmetler vermiş ve dünyadaki hemen hemen tüm coğrafyalarda etkinliklerini sürdürmüşlerdir. (Allah C.C. hepsinden razı olsun.)
Fakat 2000’li yıllara gelindiğinde ve devamında bu Allah dostları bir bir görevlerini hakkıyla yerine getirmiş ve üstlenmiş oldukları sorumluluğun yetkilerini kullanmak sûretiyle gönüllü hizmetlerini başarı ile tamamlamıştır. Dolayısıyla bugüne bakıldığında, ilgili Allah dostlarının bıraktığı misyonu çocukları, torunları veya damatları ‘sözde‘ taşıyor. Ne hazindir ki mukaddes miraslar yarınlarımızın teminatı olan yeni nesil çocuklarımıza kötü örnek olmuş, ancak mukaddes yolun liderliğini liyakat (müsadeli) olan ehli yerine söz konusu kişiler tarafından işgal edilerek yıpratılmış ve dejenere edilmiştir. Bu sebeple de tüm toplumlar nezdinde kötü anılmış ve uzaklaşmalarına sebep olmuşlardır. (Allah C.C. hepsini hidayetle ıslah etsin. AMİN.)
Ancak, birinci-ikinci derece çember-yakınında bulunarak Mürşidinin huzur-rahatlığı için “gönüllü” olarak hizmetine kendilerini adamış derviş-ihvanlar meselenin dışındadır. “Bal tutan parmağını yalar” düsturu ile onlar da Mürşidlerinin kazanım-maneviyatından faydalanarak nasiplenmişlerdir. (Allah C.C. o derviş-ihvanlardan razı olsun. AMİN.)
“Mehdi gelecek ve bizi kurtaracak. Allah cc. da nûrunu böylece tamamlayacak…” diyenler, kolaya kaçıp gününü kurtarmaya çalışıyorlar.

Allah dostlarının başlattığı veya sürdürdüğü tarikat (mukaddes yol) makamın da yeni lider sıfatıyla oturmak sûretiyle de yetkilerini etrafındaki tertemiz niyetli ve samimiyetle hizmet verenlere yönelik lider/önderlik yapmaktalar. İşte tam da buradaki duruşun adı ‘manevi makam’ değil, keyfi tercih ve uygulamalar üzerinden başlatılan misyona ait yolda, kendi arzuları ve kendilerine ait kriterlerle hareket etmektir. Günümüze dek de böyle gelmiş ve ne yazık ki halende böyle devam etmektedir.
“Ayrıca, her alim, ulema veya bilgin bilir ki, Allah cc. Nûrunu tamamlayacaktır. Ancak, Ahir zaman dediğimiz bu zamanlar da Allah (C.C.)’ın nurunu tamamlayabilecek şekli, şeması veya sistemi toplumlar arasında henüz bilinmemektedir!..”
Sorulduğunda ise, her bir cemaat/grubun verdiği cevap hemen hemen maalesef aynıdır. Şöyle ki; “Mehdi gelecek ve bizi kurtaracak. Allah C.C. da nûrunu böylece tamamlayacak…!” şeklindedir.
”Oysa ki mücadeleci toplumlar veya gönüllü hizmet erleri de şunu çok iyi bilir ki, cefasız vefa, gayretsiz himmet/medet asla olmaz!”
Ayrıca, toplum içine karışarak bir hayat sürmemiz gerekiyor. Aksi taktirde belli bir adreste oturup beklemek en kolayı ve en rahatıdır. Oysaki Allah (C.C.), “huzur-rahatlığı cennete koydum” diyor! Hazıra konulmaz. Taşın altına elini ve dair gövdesini koymadan bu kutlu ve mukaddes (TARİKAT) yolda yürünmez. Kaldı ki yol (tarikat-mukaddes yol)’da yürümek bir kenara, bir de sözde yolun kurucusu, önderi ve lideri gibi hareket ederek, etrafında kendisine inanmış ve samimi niyetle gönüllü hizmet verenlere yönelik ‘patron-ağalık sistemi’ gibi davranarak kul/yetim hakkına girmek sûretiyle önemli gelirler temin ederek, günlük geçimini sağlamak asla doğru değil!..
“Oysa ki, Allah dostları tarikat (mukaddes yol) ve kutsal davasına hizmet verirken kâr amacı gütmemiş, aksine evindeki bulunan son bir tas çorba ile cebindeki son birkaç akçesini dahi tereddütsüz feda etmişlerdir.” (Allah C.C. onlardan razı olsun)
Günümüz Tarikat kolları ve yöneticilerinin yaşam tarzı ve felsefesi:
Tarikat (mukaddes yol), lüks araçlara binerek, etrafında onlarca hazır kıta korumalarla dolaşan, emekçi işçilerin askeri ücretle bile alamayacağı üzerindeki elbiselerle, her gün iki üç paket sigara tüketen ve bir iş yerinde sigortalı çalışan bile olmadan ve alın teri dökmeden, helal kazanç sağlamayan kişi ve kişiler tarafından yönetiliyor. Sözde tarikat (mukaddes yol) kolları ancak cemaat/gruplardan oluşan topluluk önderlerinin yaşantısı ile İslam hukuku (ölçüsü) ile çelişmektedir.
Tüm bu haksız kazanımlar üzerinden bir de üstüne üstlük tüm hayatını yamalı bir entâri, eski hasır bir yatak ve gününü birkaç hurma ile geçirmek zorunda kalan Peygamber efendimiz Hazreti Muhammed (S.A.V.)’in hayatından, yaşamından örnekler vererek etrafına sözde nasihatte bulunmaktalar. Sohbet bitiminde ise tekrar o şaşalı ve baş döndüren olağanüstü yaşamlarına da yine geri dönmekteler. Tarikat (mukaddes yol) bu olmaz. Olamaz. Olmayacak da!
Üzülerek kaygı ile gözlemliyoruz ki, Bu kişiler kendilerine Gavsul Azam, Kutub ve 100 yılda bir gönderilen (Kâinatın yöneticisi) Müceddid! Makamı gibi kutsal (mukaddes) ün-titir gibi kazanımları kendilerine ne yazık ki atfetmekteler.
”Tüm bunlar yetmemiş gibi bir de; Birbirilerine yönelik çeşitli ithamlarla, dinsizlik ve yoldan çıkmışlıkla suçluyorlar!..”
Her ne kadar 12 Tarikat ve dair buna bağlı kolların ayrık yönetim-yöntemi var ise de bunların içerisinden sadece bir tanesinin dahi kendi içindeki kollar arasında bile ihtilafa düşmeleri, birbirlerine çok kötü sözler ve ithamlar da bulunmaları mukaddes olan bu yollar (Tarikat)’a zarar vermiş, sergiledikleri bu tutum ve davranışların sonucunda mânevî büyüklerimizin zor olan uygulama ve vecibelerini 1400 yıldır özenle, gayretle ve fedakarlık ve cefakarlıkla sürdürülerek bizlere dek getirilen ‘Tarikat’ gibi mukaddes bir kelimeyi artık kirletmişlerdir. Şeytanı unutup birbirlerini taşlamışlar ve hâlen bu acımasızca tutum ve davranışlarını devam ettirmektedirler.
Tarikat ismini ve dinamik yapısını tahribat ederek yok ettiler!
Tarikat usûlü ve tasavvuf geleneğini suistimal ederek menfi çıkarlarına kullanarak terimsel dinamikliğini ve tekniksel temel yapısını tahribat ederek yok ettiler.
Tarikat ve tasavvuf geleneğini manevî ve dinamik yapısından çıkarıp ata-dedelerinden kalma bölgesel, geleneksel, örf ve adetleri ile karıştırıp tahribatı gün geçtikçe daha da içinden çıkılamayacak duruma getirmek suretiyle günümüzdeki ‘bitik’ haline getirmişler ve toplumların nefretle bakmalarına ve bu nedenle de uzaklaşmalarına sebep olmuşlardır ne yazık ki!..
“Emr-i bi-l ma’rûf nehy-i ani’l-münker” farzdır ancak, kitlesel karşıtlık ve konjonktürel nedenlerden ötürü açıklanması gereken gerçekler yarım kalıyor!

Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibendi (K.S.A.), Müceddid-i İmam-ı Rabbani (K.S.A.), Gavs-ul Azam Seyyid Abdülkadir-i Geylani (K.S.A.) Seyyid Ahmet er-Rufai (K.S.A.), Ebû’l Hasan eş-Şâzelî (K.S.A.) ve Şeyh Ebû Abdullah Sirac’ed-Dîn Ömer bin Ekmel’ud-Dîn-i Lahicî Halveti (K.S.A.) gibi büyük Alim-ulemalar nasıl ki bir farklılık ile gelip yenilikçi bir biçimde yeni bir yol haritası oluşturmuşlarsa, Sâdikat (Sadıklar Yolu)’ın kurucu eğitmeni Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.) de işte tamda böyle bir rol-görev üstlenmiştir. Kaldı ki o dönemlerde de kurdukları dengeleri bozulacak endişesi ile karşı çıkanlar, itirazlar edenler ve kabul etmeyenler olmuş. Aynı endişe ile bugün de itiraz edenler, kabul etmeyenler ve karşı çıkanlar olacak, belki yarın da…
”Zaten tüm alim-ulemalar bilir ki bu uygulama da bir peygamber sünnetidir.”
Tıpkı Hazreti Resulullah efendimiz (S.A.V.)’in fetret dönemi ve öncesi yaşananların üzerine getirdiği farkındalık ve yenilikçi tertibat-uygulamalar ile tüm insanlığa rahmet olması gibi. Usul ve yöntem böyle olmasaydı eğer az önce sıraladığımız büyük alim-ulemalar da “yeni bir kimlik ve yeni bir yol haritası getirdik” demezler-diyemezlerdi.
“Burada önemli olan tebliğin içindeki mesaj ve iletilenlerin kamuoyu-muhatabına ulaşmasıdır. Gayret-hizmet bizden, takdir-nasip Allah (C.C.)’tan dır.”
Şimdi bu iki yaşantının arasındaki farkın ölçüsünü ve birbirinden ayrımını da kamuoyu vicdanına bırakarak “iyiler iyi atlara binip gittiler’ sözünü yineleyerek, meseleyi sonlandırarak konuyu maalesef kapatıyoruz.
Evrensel sorumluluk ve yükümlülük niteliği bulunan bu konu hakkında, ulusal ve uluslararası siyasal arena ile coğrâfî ve bölgesel alandaki politik mecrada uydurulmuş (tutturulmuş) dengelerin yerinden oynaması, tehditler ile olası ayaklanmalar ve tehlikeli durumlara mahal vermemek üzere önleyici tedbirler kapsamında meseleyi uzatmıyoruz.
Ancak “Emr-i bi-l ma’rûf nehy-i ani’l-münker” farziyet’i gereği sadece tebliğ etme sorumluluğuna münhasır açıklamayı bu haliyle kamuoyunun önce vicdanı takdirine akabinde de tercihine bırakıyoruz.

Zaten hali hazırdaki düzenle gerçek usul ve yöntemler suistimal edilerek yıpratılmamış olsaydı ve buna bağlı Tarikat geleneğinin kurumsal kimliğine de zarar gelmeseydi eğer topluluklar, Tarikat ismini duyunca ürkmez ve kaygı-endişe ile uzaklaşmaz ve her şey güllük gülistanlık olurdu. Yeni bir yol, yeni bir kimlik ve yeni bir isme de ihtiyaç olmazdı.

Peygamber efendimiz hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.) ile başlayan ve ”Sâdikat” (Sadıklar yolu) kurucusu Mürşidi Kâmil Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Klinik Psikolog Dr. Râshid İbrahim Haake (K.S.A.)’ye kadar gelen silsile isimleri sırasıyla şöyledir:
1 – Hazret-i Muhammed Mustafâ (sallâllâhu aleyhi ve sellem)
2 – Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk (radıyallâhu anh)
3 – Selmân-ı Fârisî (radıyallâhu anh)
4 – Kâsım Bin Muhammed (rahmetullâhi aleyh)
5 – Câfer-i Sâdık (rahmetullâhi aleyh)
6 – Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullâhi aleyh)
7 – Ebû’l-Hasan Harakānî (rahmetullâhi aleyh)
8 – Ebû Ali Fârmedî (rahmetullâhi aleyh)
9 – Yûsuf Hemedânî (rahmetullâhi aleyh)
10 – Ebu-l Abbas Hz. Hızır (aleyihisselam)
11– Abdülhâlık Gucdüvânî (rahmetullâhi aleyh)
12 – Muhammed Ârif Rîvgerî (rahmetullâhi aleyh)
13 – Mahmûd Encîrfağnevî (rahmetullâhi aleyh)
14 – Ali Râmîtenî (rahmetullâhi aleyh)
15 – Muhammed Baba Semmâsî (rahmetullâhi aleyh)
16 – Seyyid Emîr Külâl (rahmetullâhi aleyh)
17 – Bahâüddîn Şâh-ı Nakşibendi (rahmetullâhi aleyh)
18 – Alâüddîn Attâr (rahmetullâhi aleyh)
19 – Yâkub-el Çerhî (rahmetullâhi aleyh)
20 – Ubeydullah-el Ahrâr (rahmetullâhi aleyh)
21 – Muhammed Ez-Zâhid (rahmetullâhi aleyh)
22 – Derviş Muhammedİmkenegî (rahmetullâhi aleyh)
23 – Hâcegî MuhammedSemerkandi (rahmetullâhi aleyh)
24 – Muhammed El-Bâkī Billâh (rahmetullâhi aleyh)
25 – İmâm-ı Rabbânî Ahmed FârûkîSerhendî (rahmetullâhi aleyh)
26 – Muhammed MâsûmSerhendî (rahmetullâhi aleyh)
27 – Muhammed SeyfüddînSerhendî (rahmetullâhi aleyh)
28 – Seyyid Nûr MuhammedBedâyûnî (rahmetullâhi aleyh)
29 – Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân (rahmetullâhi aleyh)
30 – Seyyid Abdullah Dehlevî (rahmetullâhi aleyh)
31 – Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (K.S.A.)
32 – Mevlânâ Osman Siraceddin (K.S.)
33 – Mevlânâ Şeyh Ömer Ziyaüddin (K.S.)
34 – Mevlânâ Muhammed Necmeddin-i Kübra (K.S.)
35 – Şeyh Baki Hocaefendi (K.S.)
36 – Kutb-ul Aktab Şeyh Bedir Karahan (K.S.A.)
37 – Mevlânâ Mürşidi Kamil Hüseyin Gümüş (K.S.A.)
38 – Mürşid Dr. Rashid İbrahim Haake (K.S.A.)

SİLSİLEYİ KASİDE/İLAHİ OLARAK DİNLEMEK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN
KAYNAK; TANER AKKUŞ
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.