HAZRETİ MUHAMMED MUSTAFA EFENDİMİZ

DİNİ HABERLER 26.07.2025 - 21:57, Güncelleme: 26.07.2025 - 21:57
 

HAZRETİ MUHAMMED MUSTAFA EFENDİMİZ

ALEMLERE RAHMET OLARAK GÖNDERİLEN SEVGİLİLER SEVGİLİSİ, MÜ'MİNLERİN BAŞBUĞU: HAZRETİ MUHAMMED MUSTAFA SAV.
ALEMLERE RAHMET OLARAK GÖNDERİLEN SEVGİLİLER SEVGİLİSİ, MÜ'MİNLERİN BAŞBUĞU, RESUL-U EKREM EFENDİMİZ HZ. MUHAMMED MUSTAFA (S.A.V.)  NETHABERLER | UTKU MİHMANDAROĞLU İNSANLIĞIN MEDAR-I İFTİHARI OLARAK GEÇİRİLEN BİR ÖMÜR PEYGAMBER EFENDİMİZ Ezelden ebede alemlerin yaratıcısı Hz. Allahü Teâlâ (c.c.) tarafından insanlığa ışık olması için gönderilen son elçi olan ve alemlere rahmet olarak inmiş Sevgililer Sevgilisi, Mü'minlerin Başbuğu, Resul-u Ekrem Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) hayatı boyunca dürüstlüğü, sabrı, merhameti, hoşgörüsü ve yumuşak huyluluğu ile biliniyordu. Üstün meziyetleri ile tüm insanlık aleminin medar-ı iftiharı olan Peygamber Efendimiz dünyaya gelmeden önce dünya bir küfür ve şirk cehennemiydi. Yeryüzünde ateşe tapan Mecusiler, Hz. İsa'nın tertemiz risaletini Aziz Pavlus diye bir zâtın peşine takılarak İsevilikten ayrılan, Haçlı zihniyetini benimseyerek boğazına değin küfür çukuruna saplanan ve teslise mahkum, namazdan ve oruçtan mahrum, kalplerinin karardığı suni bir inanışa tabi olmuş, aklını Papa’ya kiraya verip skolastik düşüncenin bağnazlığında boğulan Avrupa Hristiyanları, putlardan heykellerden kendine ilahlar edinen Orta Çağ Arapları adeta dünyayı bir küfür ve şirk cehennemine dönüştürmüştü. Allah'ın insanlığa gönderdiği Hz. İbrahim’in yaptırdığı Kâbe-i Muazzama küfür ve şirk sembolü putlarla doldurulmuştu. Sadece küfür ve şirk değil, birtakım sapkınlıklar da bütün dünyaya zincir vurmuştu.  Mesela Orta Çağ boyunca dominant bir karaktere bürünen Hıristiyanlık inancının en yaygın olduğu Avrupa, kendi oluşturduğu düzenle kadın sıfatını neredeyse yok saymaktaydı. Bu durum topluma da yansımış bu nedenle kadınların özgürlük alanı fazlasıyla kısıtlanmıştır. Nitekim İspanya’da kadınlar cadı olarak değerlendirilip yakılırken, kırsal ortamda yaşayan kadınların evlerinden dışarı çıktıkları vakit, tarlalarına veya ormanlara giderlerken genellikler erkekler tarafından tacize uğradıklarını görebiliyoruz. Bu yüzden köylü  kadınlar evlerinden dışarı çıktıkları anda tehlike altına girmiş bulunuyorlardı. Hatta Orta Çağ Avrupa düzeninde kadına bakışla ilgili şunu da bilmek icap eder ki, Orta Çağ ve kadın dendiğinde akla gelen şeylerden biri de “cadılık”tır. Kadınlar ile cadılığın bağdaştırıldığı algıda gerçek hayatı hayal dünyası ile karıştırarak bir karmaşa yaratılmıştır. Cadı ile aslında korkunç, kötü niyetli ve kötü şeyler yapan kadın ifade edilmektedir. Bu noktada da dönemde de çok rastlanılan sihir, büyü işleriyle uğraşan, doğaüstü güçleri olduğuna inanılan kadınlardan bahsedilir.  Tarihi açıdan cadılık figürü olarak şeytan uygun görülmüştür.  Ortaçağ Avrupa’sında kadınlar kötülüğün simgesi olarak görülmekteydi. Ortaçağ boyunca kadınların büyü yaparak  tanrıya karşı gelmek ve olağan düzene müdahale etmekle suçlandılar. Sırf bu nedenlerle Orta Çağ Avrupa’sında cadı olduğuna inanılan binlerce kadın öldürülmüştür. (Tekin, 2015, s. 310)  Ortaçağ Avrupa’sında kadın ya aristokrat ya da fahişe olarak nitelendirilirdi. Sosyal  hayatta erkek karşısında hiçbir otorite, güç ve saygınlık sahibi değildi. (Ersoy, 2009, s. 216)  Avrupa’da Hıristiyan kadın, aynı Greko-Romen dünyada olduğu gibi, insan bile sayılmayan bir statüye sokulmuştu.  Erkekler “aziz” olabilmektedir, ama kadınların “azize” olması yolu kapanmıştır. (En önemli neden ve gerekçe, “kadınlık-cinsellik” ilişkisindeki birbirinden ayrılmaz algılamadır. Erkek cinselliğine göz yumulabilmekte, hatta erkek cinselliği görülmemekte, kadın cinselliği ise gözlerden kaçmaz ve affedilmez olmaktadır.) Yine Zerdüşt Sasani İran'ında ve genel olarak Mezopotamya'da kadınların statüsü, İslam'ın gelişinden önce ikinci sınıf vatandaş olarak görülüyordu.  Orta Çağ Araplarında da kız çocuklarına değer verilmez, hatta kız çocukları diri diri toprağa gömülürdü.  Alkol, zina, kumar, faiz gibi şeytan işi pislik olan ne varsa bu dönemde tüm dünyayı sarmıştı.  Yine Hz. Muhammed'den ve İslamiyet’ten önce Araplar, henüz millet hâline gelemedikleri için; kabîleler hâlinde yaşıyorlardı. Her kabîle, diğerlerinden ayrı bir devlet gibiydi. Kabîle başkanına “Şeyh” deniyordu. Hicaz ve Yemen bölgelerinde bazı şehirler kurulmuşsa da, genellikle çöllerde çadır ve göçebe hayatı geçiriyorlardı. Hicaz bölgesinde üç önemli şehir, Mekke, Yesrib (Medine) ve Tâif’ti. Mekke’de Kureyş Kabîlesi, Tâifte Sakîf Kabîlesi, Yesrib (Medine) de Evs ve Hazreç adlı Arap kabîleleri ile Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları olmak üzere üç yahûdi kabîlesi bulunuyordu. Diğer kabîleler genellikle göçebe idiler. Kabîleler arasında kan davası ve sınır anlaşmazlıkları gibi sebepler yüzünden savaş eksik olmazdı. Yalnızca yılın dört ayında (Muharrem, Recep, Zilka’de ve Zilhicce aylarında) harbetmezlerdi. Bu aylara “eşhür-i hurum” (“Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah’ a göre ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü hürmetli aylardır.” (et-Tevbe Sûresi, 36). (savaşılması, kan dökülmesi haram olan hürmetli aylar) denir. Bu esnâda, bütün kabîleler güvenlik içinde seyâhat edebildikleri için, genellikle büyük panayırlar bu aylarda kurulurdu. Mekke’nin hâkimi, Kâbe ve civârındaki putların koruyucusu oldukları için Kureyş kabîlesi, diğer bütün kabîlelerden saygı görürdü. Bu sebeple Kureyşliler, senenin her mevsiminde diledikleri yere seyâhat edebiliyorlardı. “Kureyş kabîlesinin yaz ve kış yolculuklarında uzlaşması ve anlaşması sağlanmıştır. Öyleyse, kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven veren şu Beyt’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş Sûresi, 1-4).  Hicaz bölgesindeki panayırların en önemlileri, Mekke civârında kurulmakta olan Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarıydı. Bu panayırlara ülkenin dört bir yanından akın akın gelenler arasında satıcılar, iffetsiz kadınlar, şâirler, hatipler, kâhinler ve çeşitli dinlere mensup kimseler de bulunuyordu. Tâif’le Nahle arasında kurulmakta olan Ukaz panayırında, şiir yarışmaları yapılır; beğenilip derece alan şiirler, Kâbe’nin duvarlarına asılırdı. Bu şekilde Kâbe duvarında asılmış olan yedi ünlü kasideye “el-Muallekatü’s-seb’a” (Yedi Askı) denilmiştir. Hz. Muhammed'in doğumundan çok kısa bir süre önce Kâbe-i Muazzama'yı hedef alan çok nahoş bir girişim yaşanmıştı: Fi'l Hadisesi…  Habeşistan'daki Aksum Krallığı'na bağlı Ebrehe adındaki Hristiyan bir Yemen valisi, hem Hristiyanlığı Arap Yarımadası'nda yaymak hem de Kâbe-i Muazzama'ya olan ilgiye son vermek için Yemen'in başkenti San’a içinde Kulleys adında bir kilise yaptırmıştır. Ebrehe, Habeş kralına halkın hac için ancak Kulleys’i ziyaret edebileceklerini, Mekke'ye gidenlere izin vermeyeceğini yazarak onun da desteğini aldı. Fakat Araplar bu kiliseye önem vermemiş ve Nukayl adındaki bir tane yerli, rivayete göre bu kilisenin içine pislemiştir. Bunu kendine bir hakaret sayan Ebrehe, olayın üzerine bir de kilisenin yanması eklenince intikam için Kâbe-i Muazzama'nın yıkımına karar vermiş ve fillerden oluşan bir güçlü ordu oluşturarak Mekke'yi kuşatmıştır.   Mekke çevresine kadar gelen öncüler, Mekkelilerin koyun ve develerini alarak konaklama yerleri olan Taif'e kaçırdılar. Bu ganimetler arasında, Hz. Muhammed'in dedesi Abdülmuttalib'in de çok sayıda devesi bulunuyordu. Ebrehe, Mekke emiri olan Abdülmuttalib'in müzakere tekliflerini de geri çevirdi.   Ordu, Mekke üzerine yürümeye hazırlanırken gökyüzü birdenbire Kızıldeniz tarafından gelen ebabil kuşları ile doldu. Gagaları ve ayaklarında taşıdıkları taşlar ile Ebrehe'nin fil ordusunu taş yağmuruna tuttular. İstilacı ordu bozguna uğradı. Ordudaki kişilerin bedenlerine değen taşlar, etlerini lime lime dökerek öldürüyordu. Saldırıdan sağ kalanlar, Ebrehe'yi de yanlarına alarak perişan bir vaziyette Yemen'e doğru kaçtılar. Ebrehe, bu saldırıda etleri parçalanarak, çürümüş bir hâlde San'a'ya dönerken, Hasm kabilesinin yaşadığı bölgede göğsü ikiye yarılarak öldü. Bu hadise yıllar sonra Peygamberimize inen Fi'l Sûresi’nde anlatılmıştır.  Bu hadiseden kısa bir süre sonra Miladi takvime göre, 20 Nisan 571'de; Hicri takvime göre ise 12 Rebiülevvel tarihinde Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah’la eşi olan Vehb kızı Âmine'nin bir oğulları oldu. Bu çocuğun doğumu, dünyâyı şereflendirdi. Onun doğduğu sabah, âlem başka bir âlem oldu, cihan nurla doldu. Dede Abdülmuttalib, torununun doğum haberini alınca çok sevindi. Torununu kaptığı gibi Kâbe-i Muazzama'ya götürüp adını Muhammed koydu. Hemen bir ziyâfet verdi. Kureyş uluları; “Bu ziyâfete vesile olan çocuğa ne isim koydun?” diye sordular, Abdülmuttalib; “Muhammed ismini verdim” dedi. Onlar; “Ecdâdında olmayan bu ismi vermekten murâdın nedir?” diye sorunca, Abdülmuttalib; “Umarım ki, onu yerde halk, ulvîlikler âleminde Hakk pek çok övecek” diye cevap verdi. (Zîrâ, Muhammed; «pek çok hamd ü senâ olunmuş kimse» mânâsına gelmektedir.) Küçük Muhammed doğduğu gece dünyâda fevkalâde hâdise­ler oldu. Şöyle ki: • O devrin en büyük devletlerinden olan Îran Kisrâ’sının (hü­kümdârının) sarayında, mîmarların yıkılmaz dediği on dört sütûn bir­den çöktü. • Sâvâ gölü kurudu. Mecûsîlerin uzun müddetten beri sönmeden yakıp tapındıkları ateşgedeleri söndü. Müşriklerin Ka’be üzerine koymuş oldukları putlar, devrilip kı­rıldı. Onların, hâşâ, ilâh diye tapındıkları putları küp kırığına döndü, yere serildi. Bütün bunlar çok mühim bir şeye işâret ve beşâretti. Çünkü, Hak gelmiş, bâtıl zâil ve muzmahil olmuştu. Hakkı telkin ve tebliğ edecek olan Kâinâtın Efendisi, Peygamberler Peygamberi, Fahr-i Âlem, Muhammed’ül-Mustafâ (s.a.v.) doğmuştu. Gerçekten ilerde Îran’ın saltanatı yıkılacak, Bizans İmparatorluğu dağılacak, putperestlik sönecek, küfrün bataklığı kuruyacaktı. Ama ne yazık ki baba Abdullah, oğlunun doğumunu görememişti. Ticaret için Mekke'den ayrılmış fakat yolda rahatsızlanmış ve bu haberi alan Abdülmuttalib, hemen büyük oğlu Haris’i Medine'ye göndermesine rağmen Abdullah, ağabeyi yetişemeden vefat etmişti.  Daha dünyaya gelmeden babasını kaybeden küçük Muhammed'i sırf bu yüzden “yetim” diyerek kimse süt evlâdı olarak almak istemeyecekti.  Sütannelik ve süt evlâtlığı uygulaması Mekke'de ve Arap kabilelerinde yaygındı. Arap Yarımadası'nda, kırsal kesimlerde yaşayan kadınlar, bir gelir kaynağı olarak yeni doğan çocukları ailelerinin izni ile alıp onlara sütannelik yapıyorlardı. Karşılığında da çocukların ailesinden para veya değerli hediyeler alıyorlardı. Muhammed'i yetim diye kimse almamıştı. Sütannelik yapmak için yola koyulan isimlerden biri de Halime idi.  Halîme (r.anha) Mekke civarında oturan Hevâzîn kabilesinin Benî Sa’d bin Bekir koluna mensuptur. Ümmü Kebşe künyesiyle anılır. Babasının adı Ebî Züeyb es-Sa’dî’dir. Aynı kabîleden Hâris bin Abdüluzza ile evlenmiştir. Bu evlilikten Abdullah, Uneyse ve Şeyma adında üç çocukları dünyaya gelmiştir.  Benî Sa’d kabîlesi çölde yaşardı. Temiz, havadar, suyu bol yaylaları vardı. Arablar arasında dili en düzgün, pürüzsüz, konuşan bir kabileydi. Cömertlikleri ile de meşhurdu. Kureyş halkı da fesâhat ve belâgata çok önem verirdi. Yeni doğan çocuklarını süt anneye verirken bu özelliği de göz önünde bulundururlardı. O devirde çölde yaşayan bedevî hanımlar bir gelir kaynağı olarak süt annelik hizmeti verirlerdi. Mekke’ye gelir yeni doğan çocuklardan alıp götürürlerdi. Bilhassa zengin ailelerin çocuklarını tercih ederlerdi. Bunu her sene iki defa Mekke’ye gelerek yaparlardı. Halime de süt verecek çocuk aramış fakat bulamamıştı. Neticede kimsenin yetim diyerek almadığı küçük Muhammed'i alarak tam iki sene emzirdi, O’nun yetişip büyümesinde emeği geçti, O’nu tehlikelere karşı korudu ve nur bedeninin gelişmesi, gürbüzleşmesi ve sağlıklı olması için gayret etti, çırpındı. Sabırlı, şefkatli, merhametli davranışlarıyla ve sevgi dolu bakışlarıyla onu yediren, içiren, uyutan, hizmetini gören, büyük bir aşk ve şevk içerisinde büyütmeye çalışan, emeğini esirgemeyen bir süt anneydi Halime…  Geleceğin peygamberi Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz dört yaşlarına kadar Halîme annemizin yanında büyüdü. Süt kardeşleriyle birlikte yediler, içtiler ve oynadılar. Süt kardeşleri onu çok severlerdi. Ondan hiç ayrılmazlar ve beraberce tatlı tatlı oynarlardı. Bir gün evlerinin arkalarında kuzuları otlatırken üzerlerinde ak elbise bulunan iki adam içi kar dolu, altından bir leğen ile geldi ve Nur Muhammed’in (sav) karnını yarıp kalbini açtılar. Oradan kan pıhtısına benzer bir şeyi çıkarıp attılar. Süt kardeşi Abdullah bu durumu görünce çok korktu. Derhal anne-babasına koşarak heyecanla geldi. Kureyşli kardeşim öldürüldü!.. diye feryad etti.  Halîme Hâtun ve kocası hemen koşup çocukların yanına geldiler. Nur Muhammed’i (sav) benzi sararmış, korkmuş bir vaziyette buldular. Ne oldu yavrucuğum! diye sordular. O da dört yaşlarında olmasına rağmen olan biteni tek tek anlattı. “Üzerlerinde ak elbise bulunan iki adam geldi ve beni yatırdılar. Karnımı yardılar ve içimden bilmediğim bir şey çıkarıp attılar. Kalbimi, karnımı o karla iyice yıkayıp temizlediler” dedi. Bu hâdise üzerine Hâris âilesine: “Ey Halîme! Ben bu çocuğun başına bir felâket gelmesinden korkuyorum! Onu hemen ailesine götürüp teslim edelim” dedi. Halîme Hâtun süt evlâdı Nur Muhammed’i, (sav) Âmine Hâtun’a teslim etmek üzere Mekke’ye geldi. Çocuk yaşta olmasına rağmen Nur Muhammed (sav) güçlü, kuvvetli ve hareketliydi. Şehre girerken kalabalıklar arasında kayboldu. Dedesi Abdülmuttalib ve Kureyş kabilesi atlıları seferber oldu. Mekke’nin her tarafı arandı bulunamadı. Sonra Kâbe’ye gelip tavaf ettikten sonra dede Abdülmuttalib Yüce Allah’a şöyle niyazda bulundu. “Ya Rab! Kavmi’min hepsi toplandı ise de sevgili torunum bulunamadı. Senden  medet!” diye yardım diledi. O anda görünmeyen bir yerden ses geldi ve: “Muhammed’in (sav) Rabbı vardır. Onu yardımsız bırakmaz ve zâyî etmez” dedi. Abdülmuttalib tekrar niyaz etti ve onun nerede olduğunu göstermesi için Allah’a yalvardı. Yine gizli bir ses: “O Tihâme vadisinde bir ağacın altında!” dedi. Süvarileriyle birlikte o tarafa doğru giden Abdülmuttalib Nur Muhammed’i (sav) bir ağacın dallarını çekip yaprağı ile oynuyor olarak gördü. Dede Abdülmuttalib uzaktan: “Ey çocuk sen kimsin?” diye sordu. O da: “Ben Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib’im” cevabını verdi. Dedesi yaklaştı ve: “Canım sana feda olsun yavrum. Ben senin deden Abdülmuttalib’im” dedi ve sevgili torunu Nur Muhammed’i (sav) kucaklayıp öptü. Bağrına bastı ve hemen hayvanının önüne bindirip Mekke’ye getirdi. Kâbe’yi yedi defa tavaf ettirip onu her türlü tehlikelerden ve kötülüklerden koruması için Allah’a duâ etti. Sonra anneciği Âmine Hâtun’un yanına götürdü. Halîme Hâtun emanet aldığı süt evlâdı Nur Muhammed’i (sav) sağ sâlim olarak anneciği Âmine Hâtun’a teslim etmenin huzuru içerisinde idi. Aslında o yanında kalması için ilk getirdiğinde ısrar etmişti. Bu sebebten Âmine Hâtun: “Onu ne diye getirdin süt annesi?” diye sordu. Halîme Hâtun da: “Allah oğlumu büyüttü. Doğrusu başına birşeyler gelmesinden endişe ettim. Onu bir an evvel teslim edeyim istedim” dedi. Âmine Hâtun tekrar: “Yoksa sen ona şeytan musallat olur diye mi korktun?” dedi. O da: “Evet!..” deyince Âmine Hâtun şöyle dedi: “Hayır! Vallahi şeytan için ona yol yoktur. Ona musallat olamaz. Asla ona sataşamaz. Oğlum için büyük bir hal ve şan vardır. Ben sana onun haberini bildireyim” dedi ve devamla: “Ben ona hamile iken çok hârikulâde hâdiseler yaşadım. Şam topraklarında Busra’nın köşkleri aydınlatılıp bana gösterildi. O dünyaya geldiği zaman secdeye kapanıp kalmıştır. Onun doğumu diğer çocuklarınkine benzememiştir. Sen şimdi onu bana bırakıp yurduna dönebilirsin.” diyerek süt annesinin merakını gidermiş onu teselli etmiştir.    Hz. Muhammed artık annesinin yanındaydı. 6 yaşına geldiğinde babası Abdullah’ın mezarını ziyaret için annesiyle birlikte Medine'ye gittiler. Geri dönüş yolunda Âmine rahatsızlandı.    Aziz Anne, ruhunu teslim etmeden şu mısraları da söyledi:   «Her diri ölür,   «Her diri ölür,   «Her yeni eskir,   «Her yaşlı göçer,   «Ben de öleceğim •   «Fakat senin gibi temiz bir vekil bırakacağım için,   «Adım aslâ ölmeyecek...»   Âmine validemiz, Ebvâ adlı köye gelindiğinde vefat etti. Oraya defnettiler. Muhammed Mustafa Efendimiz hem öksüz hem yetim kalmıştı. Dadısı Ümmü Eymen, Muhammed Mustafa Efendimiz’i dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti. Peygamberimiz, 8 yaşına kadar dedesinin yanında kaldı. Vefatından önce kendisine bir şey olursa torununa sahip çıkması için oğlu Ebu Talib’i seçen dedesi Abdülmuttalib, 110 yaşında vefat etti. Dedesinin vefatı karşısında âdeta yıkılan Peygamberimiz, defin işlemleri esnasında gözyaşlarına boğulmuştur.    Dedesinin vefatı sonrası 25 yaşına kadar amcası Ebu Talib'le yengesi Fâtıma’nın şefkatiyle büyüyen Peygamberimiz; Fâtıma'yı annesi gibi sevip sayacak, onunla ilgili “O benim annem gibiydi.” diyecekti.    12 yaşına geldiğinde amcası Ebu Talib'le birlikte Kureyş'in o sene tertiplediği ticaret kervanına katılarak Şam'a giden Peygamberimizin içinde olduğu kervan, çölleri aşa aşa Busra'ya vardı ve burada mola verdi. Busra, Şam ile Kudüs arasında (Şam'ın 90 km. güneyinde, Eski Şam da denilen) suyu bol ve bahçelerle kaplı bir kasabaydı.   Kureyş'in ticaret kafilesi, âdeta bir gelenek haline getirdiği bir rahibin yanında her sene olduğu gibi o sene de konaklama kararı almıştı. Rahibin adı Bahira idi. Bu râhip, Hıristiyanların o zaman hatırı sayılır bir âlimi idi. Çünkü, manastırda bir kitap vardı ki, orada ibâdete kapanan her râhip, o kitaptan okuyarak Hıristiyanların en bilgili kimsesi olurdu. O güne kadar gelmiş geçmiş bütün râhipler de o kitaptan istifade etmişlerdi.   Kureyş'in ticaret kafilesi, her sene olduğu gibi bu sene de râhibin bu manastırına yakın bir yerde konakladı. Gariptir ki, daha önceki senelerde oraya gelen Kureyş kervanının hiçbiriyle ilgilenmeyen, konuşmayan Bahîra, bu sefer kafileye beklenmedik bir sürpriz ile yakın alâka gösterdi, hatta kendileri için bir ziyafet tertipledi.   Bu ilgi, bu ziyafet nedendi? Kafiledekileri düşündüren soru bu idi.   Bilgin Râhip, kafilede o âna kadar rastlamadığı bazı garipliklere şâhid olmuştu. Manastırda, Kureyş kafilesini seyrederken, bir bulutun Efendiler Efendisini gölgelediğini görmüştü. Kafile gelip bir ağacın altına konunca, aynı bulutun ağacı da gölgelediğini; ağacın dallarının ise, nur çocuğun üstüne âdeta eğilip gölge ettiğini müşâhede etmişti.   Bu garipliği gören râhib Bahîra onları yemeğe çağırmak istedi. Mekkelilere şu haberi gönderdi:   "Ey Kureyşliler! Size yemek hazırladım, Bu ziyafetime, büyüğünüz, küçüğünüz, hürünüz, köleniz dahil hepinizin gelmesini istiyorum."   Bahîra'nın bu garip tavrı yemeğe gelen Kureyşli tüccarların dikkatinden kaçmadı. Sebebini merak ettiler ve sordular:   "Ey Bahîra! Vallahi, bugün sende bambaşka bir hâl var. Biz sana her gelişimizde uğrarız. Şimdiye kadar bize böyle birşey yaptığın vâki değil. Sendeki bu hâl nedir?"   Bahîra, sırrını açıklamadı ve şu cevapla yetindi:   "Evet, gerçekten doğru söylediniz, ama ne de olsa sizler misafirimsiniz. Bunun için sizi misafir etmek, yemek yedirmek istedim. Buyurun yiyiniz!”   Dâvete icabet edildi ve sofraya oturuldu. Ancak, kafileden sofrada bir tek kişi eksikti: Bahîra'nın aradığı Kâinatın Efendisi. Nur Çocuk yaş itibariyle en küçükleri olduğundan, kafilenin eşyalarını beklemekle vazifeli olarak ağacın altında oturuyordu.   Bahîra, bütün dikkati ile sofradakileri süzmekle meşguldü. Ancak, aradığı nurlu sîmâ yoktu aralarında. Sordu:   "İçinizde yemeğe gelmeyen, geride kalan kimse var mı?"   Cevap verdiler:   "Hayır, ey Bahîra, senin dâvetine icabet edip gelmeyen kimse yok. Sadece bir çocuk var. Eşyalarımızı beklemek üzere bırakılmış bir çocuk."   Mukaddes kitapları dikkatle incelemiş olan ve onlardan son peygamberin özellik ve alâmetlerini öğrenmiş bulunan Bahîra, onun da gelmesini ısrarla istedi.   Kureyşli tüccarlar Bahîra'nın bu ısrarlı isteğini reddetmediler ve Kâinatın Efendisi Nur Çocuğu da alıp getirdiler. Efendiler Efendisi sofrada yemek yemekle meşgul iken, Bahîra'nın gözleri bütün dikkat ve hayretleriyle onun üzerinde dolaşıyordu. Her halini, her hareketini dikkatli bakışlarla süzmekteydi.   Bahîra, aradığını bulmuştu. Maksadına erişmişti. Zira, bütün dikkatiyle süzmekte olduğu Nur Çocuğun her hali ve her hareketi yanındaki kitapta yazılı sıfatlara tıpa tıp uyuyordu.   Yemek yendi ve sofradakiler dağılırken Bahîra, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (s.a.v.)'in kulağına eğildi ve "Bak delikanlı, Lât ve Uzza hakkı için sana soracağım şeylere cevap ver." Nur gözlerde bir rahatsızlık, bir nefret belirtisi. "Lât ve Uzza adına benden bir şey isteme. Vallahi onlardan nefret ettiğim kadar, hiçbir şeyden nefret etmem."   Bahîra, önceki teklifinden vazgeçti.   "O halde Allah hakkı için, sana soracaklarıma cevap ver." Peygamber Efendimiz, "İstediğini sor." buyurdu.   Sorduğu her soruya aldığı cevap Bahîra'yı hayretler içinde bırakıyordu. Çünkü onun son peygamber hakkında bildiklerine aynen uyuyordu. Son olarak Kâinatın Efendisinin sırtına baktı ve Peygamberlik Mührünü gördü.   Artık Bahîra'da, şeksiz şüphesiz kesin kanaat hasıl olmuştu: Bu genç, beklenen Son Peygamberdi.   Rahib Bahîra, bu teşhisinden sonra, Efendimizin amcası Ebû Tâlib'in yanına vardı. Aralarında şu konuşma geçti:   "Bu çocuk senin neyin olur?" "Oğlumdur." "Hayır, o senin oğlun değil. Bu çocuğun babasının hayatta olmaması lâzım." "Evet, doğru söyledin, o benim öz oğlum değil, yeğenimdir." "Peki, babasına ne oldu?" "Annesi bu çocuğa hamile iken vefat etti." "Evet, doğru konuştun.”   Bahira'ca, artık her şey apaçık ve kesindi. Sonunda, Peygamberimiz (s.a.v.)'in amcasına şu tavsiyede bulunarak hakperestliğini gösterdi:   "Yeğenini hemen memleketine geri götür. Onu hasetçi Yahudilerden koru. Vallahi, Yahudiler çocuğu görüp de, benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü, senin bu yeğenin ileride büyük şân ve nâm kazanacaktır. Durma, onu hemen geri götür.”   Bu tavsiye üzerine Ebû Tâlip, mallarını orada satarak aziz yeğeni ile Mekke'ye geri döndü.   Genç Muhammed, sahip olduğu güzel vasıflar sebebiyle “el-Emin” unvanıyla anılmaya başlanmıştı. Emanete riayet eden, putlara tapmayan, kumar ve faiz gibi devrin şeytan işi pisliklerinden uzak durarak örnek bir kişilik ortaya koyuyordu.    Bu yönünden dolayı da haksızlıkların karşısında yer alıyordu. Bu yüzden Araplar arasında süregelen anarşi ortamında güvenliğin sağlanması, zayıfların korunması, zulmün önlenmesi için "toplumda sözü geçen ve iyi niyetli" kişilerin önderliğinde kurulan Erdemliler Topluluğu veya Hilfü'l-Fudûl'a üye olacaktı.    Güzel meziyetleri, O'nun yolunu zengin bir tüccar olan Hatice ile ebediyen kesiştirecekti. Hz. Hatice, Kâinatın Efendisini çocukluğundan beri tanıyordu. Ticaret mallarının başında Şam'a göndermesi ise, onu daha da yakından tanımasına vesile olmuştu.   Dul olan Hz. Hatice, o sırada Kureyş kadınları arasında asâlet, şeref ve zenginlik bakımından üstün mevkie sahip bulunuyordu. Aynı zamanda Cenab-ı Hak, pek az kadına nasip olacak bir güzelliği de kendisine ihsan etmişti.   O âna kadar kabilesinden birçok kimse evlenmek için kapısını çalmış ise de o bunların hiçbirini kabul etmemişti. Âdeta evlenmeyi düşünmüyor gibiydi.   Ne var ki, kader şimdi karşısına bambaşka bir şahsiyet çıkarmıştı. Ruhundaki güzellikler yüzüne aksetmiş, gönlündeki sevgi sîmâsında tebessüme dönüşmüş, zihnindeki derin düşünce dışarıya ciddiyet ve samimiyet şeklinde tezahür etmiş müstesna bir insan.   Daha önce bütün Kureyş büyüklerinin evlenme teklifini reddeden ve âdeta evlenmek fikrini zihninden atmış bulunan Hz. Hatice, bu eşsiz insanla daha yakından tanışınca, bu fikrinden vazgeçti. İlahî kader, bu iki insanın kalbini birbirine ısındırmayı takdir etmişti.   Evlenme teklifi, bizzat Hz. Hatice'den geldi. İffeti ve namusunu koruması sebebiyle Cahiliye Devrinde bile tertemiz kadın mânâsına gelen "tâhire" lâkabıyla anılan Hz. Hatice'den. Teklifi getiren Hz. Hatice'nin yakın arkadaşı Münye kızı Nefise ile Peygamberimiz (s.a.v.) arasında şu konuşma geçti:   "Ey Muhammed, seni evlenmekten alıkoyan şey nedir?" "Elimde evlenecek kadar param yok." "Eğer bu temîn edilse ve sen, mala, güzelliğe, şeref ve denkliğe dâvet edilsen icâbet eder misin?" "Kimdir bu?" "Hüveylid'in kızı Hatice." "Ama, bu nasıl olabilir?" "Orasını ben bilirim." "O hâlde, ben de kabul ediyorum.”   Nefise, sevinç içinde Kâinatın Efendisi ile konuştuklarını gelip Hz. Hatice'ye iletti. Hz. Hatice'nin sonsuz memnuniyeti, yüzündeki tebessümlerden okunuyordu. Nefise'yle birlikte sevinç ve memnuniyetlerini yaşadıktan sonra, Peygamberimiz (s.a.v.)'e şu haberi gönderdi:   "Ey amcam oğlu! Sen, benim akrabam olduğun, kavmim içinde şerefli, güvenilir kimse, güzel huylu, doğru sözlü bulunduğun için seninle evlenmeyi arzu ediyorum.”   Teklifi alan Efendimiz, durumu amcası Ebû Tâlib'e bildirdi. Ebû Tâlib teklifi tahkik etti. Hz. Hatice'nin böyle bir evliliği istediğini bizzat kendisinden öğrendi.   Düğün Merasimi   Düğün merasiminin tarihi bizzat Hz. Hatice tarafından tesbit edildi. Merasim de onun evinde yapılacaktı.   Tesbit edilen tarihte Peygamberimiz (s.a.v.) amcaları, halaları ve Haşimoğullarının ileri gelenlerinden bazıları ile birlikte Hz. Hatice'nin evine geldi.   Güzel bir düğün merasimi için gereken her şey bizzat Hz. Hatice tarafından temin edilmişti. Koyunlar kesilmiş, yemekler hazırlanmıştı.   Yemekler yendikten sonra, âdet olduğu üzere sıra iki taraf büyüklerinin konuşmasına geldi. Hz. Hatice'nin babası Ficar Harbinde ölmüştü. Bu sebeple onu temsilen merasime, amcası Amr bin Esed katılmıştı.   Geleneğe göre ilk konuşmayı yapmak üzere Ebû Tâlib ayağa kalktı ve şöyle dedi:   "Allah'a hamdolsun ki bizi, İbrahim'in zürriyetinden, İsmail'in sulbünden, Maad'ın madeninden, Mudar'ın aslından yarattı. Bundan sonra asıl maksada gelir ve derim ki: Kardeşimin oğlu Muhammed bin Abdullah ki, akrabanız olduğu malûmunuzdur. Onunla Kureyş'ten hiçbir genç tartılamaz, ölçülemez. Şeref ve asâletçe, akıl ve faziletçe onların hepsinden üstün gelir."   "Gerçi malı azdır, fakat mal dediğin nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir iğreti bir şey. Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra onun mertebesi daha da büyüyecek, daha da yükselecektir."   "Şimdi o, sizden kızınız Hatice'yi istemekte, mehir olarak da yirmi erkek deve vermeyi taahhüd etmektedir."   Ebû Tâlib konuşmasını bitirince de Hz. Hatice'nin amcasıoğlu Varaka bin Nevfel ayağa kalktı. O da şöyle konuştu:   "Allah'a hamdolsun ki, bizi de anlattığın gibi yarattı. Saydıklarından daha fazlasıyla bize üstünlük verdi. Biz de sizinle hısımlık kurmak ve şereflenmek istiyoruz. Ey Kureyş topluluğu! Şâhid olunuz ki, ben Huveylid'in kızı Hatice'yi şu kadar mehirle Muhammed bin Abdullah'ın oğluyla evlendirdim.”   Hz. Hatice ile evliliğinden Hz. Muhammed’in 6 çocuğu olacaktı.    Oğulları Kasım ve Abdullah çok küçükken ölürlerken Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma olmak üzere dört kız çocukları oldu. Fatıma dışındaki kızları da Hz. Muhammed'in sağlığında vefat etmişlerdir. Hz. Muhammed'in soyu aynı zamanda amcası Ebu Talib'in oğlu olan Hz. Ali ile evlenen Hz. Fâtıma’nın dünyaya getirdiği Hz. Hasan'dan ve Hz. Hüseyin’den devam etmiştir.    Hz. Hatice, Hz. Muhammed'e eş, iyi bir arkadaş ve danışman olmuştur. Kendisi, Hz. Muhammed'in peygamberliğini tanıyan ilk kişidir; dolayısıyla Müslüman olan ilk kadındır.    Peygamberimiz, risalet görevindeki 9.yılına girdiğinde Hz. Hatice ve peygamberliğini tanımayan müşriklere karşı kendisini sonuna kadar koruyan amcası Ebu Talib ebedi aleme göçtüler. Bu yüzden Müslümanlar tarafından 619 senesi “Hüzün Senesi” olarak nitelendirildi.    Peygamberimiz, Hz. Hatice’nin vefatından sonra başka hanımlarla da evlenmesine rağmen kendisini hiç unutmamış, daima ondan ve O’nun âhlakından bahsetmiştir ve O'nu vefatından sonra dahi daima hayırla anarak vefasını göstermiştir.    Peygamberimiz, otuzlu yaşlarının sonlarına doğru geldiğinde Hira Mağarası'na çekilerek burada itikafa giriyor, içinde bulunduğu bozuk düzene karşı çareler arıyordu. Yanına azığını alıp Mekke yakınında Hira dağındaki mağaraya çekilir, burada yalnız başına günlerce kalır, kâinatı yaratan Allah’ın büyüklüğünü düşünürdü. Rüyada ne görürse gördükleri aynen çıkıyor. Kimsenin göremediği ve bilemediği bir çok gerçekleri apaçık görüyordu. Yüce Allah böylece O’nu terbiye ederek adım adım Peygamberliğe hazırlıyordu.   Tam bu süreçte 39 yaşında olan Hz. Muhammed, Mekke'de yaşanan ve bir kan davasına dönüşmek üzere olan bir anlaşmazlıkta hakem olacaktı.    Mekke’de bir sel baskını olmuş, Kâbe hayli zarar görmüştü. Bunun üzerine kabîle­ler onu tâmir için elele verdiler. Kâbe’yi temellerine kadar yıkıp yeniden inşâ etmeyi kararlaştırdılar.   Bu esnâda, bir geminin şiddetli rüzgârla Mekke yakınlarındaki Şuaybe iskelesine doğru sürüklendiğini ve orada karaya çarparak parçalandığını haber aldılar. Gemi, yumuşak düz taş, kereste ve demir gibi inşaat malzemeleri taşıyordu. Gidip gemideki tahtaları satın aldılar. Kâbe’nin yıkım ve yapım işlerini kur’a ile paylaştılar.   Kureyşliler Kâbe’nin kendilerine düşen taraflarını yıkıp yeniden yapmaya başlayacakları sırada, Ebû Vehb bin Amr ayağa kalktı ve:   “−Ey Kureyş cemaati! Kâbe’nin inşâsına, kazancınızın temiz ve helâl olmayanını karıştırmayın! Ona gayr-i meşrû yoldan kazanılan mal, fâiz parası veya herhangi bir kimseden haksız olarak alınmış para katılmasın!” dedi. (İbn-i Hişâm, II, 210; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 305)   Kureyşliler, Kâbe’yi yıktıkları takdirde azâba uğrayacaklarından korktukları için kararsız bir hâldeydiler. Araplar arasında mevcut olan Kâbe’ye karşı tâzim ve hürmet, İbrâhîm’in (a.s.) şeriatinden beri muhâfaza edilegelen kudsî bir vazîfe idi. Kureyş cemaatinin önde gelenlerinden Velîd bin Muğîre:   “−Sizin Kâbe’yi yıkmaktaki gâyeniz nedir? İyilik mi yoksa kötülük mü?” diye sordu.   “−Elbette iyiliktir!” dediler.   Velîd:   “−Ey kavmim! Siz Kâbe’yi yıkmakla onu ıslâh etmek istemiyor musunuz? Allâh Teâlâ ıslâh edicileri helâk etmez!” dedi ve Kâbe’yi yıkmaya ilk önce o başladı. Diğerleri de onu tâkib ettiler. (Abdürrezzâk, V, 319)   Kâbe’nin duvarlarını bir sıra taş, bir sıra da ahşap bağlama kirişleriyle örerek yükselttiler. Varlık Nûru da Kâbe’nin tâmirine amcası Abbâs ile berâber iştirâk etti. Sıra Hacer-i Esved’i yerine koymaya gelince, her kabîle bu şerefli vazîfeyi kendisi yapmak istediği için büyük bir kargaşa çıktı. Aralarında sert tartışma ve çekişmeler başladı. Mesele haset ve ihtirâsa dönüştü. Neredeyse kan dökülecekti. Abduddâroğulları, içi kanla dolu bir çanak getirdiler, ölünceye kadar çarpışmak üzere Adiy bin Kâ’b Oğulları’yla antlaşma yaptılar ve savaşmaya hazırlandılar. Yeminlerini sağlamlaştırmak için de ellerini kanla dolu çanağa batırdılar. Kureyşliler, bu hâl üzere dört veya beş gece kaldılar.   Nihâyet Kureyş’in en yaşlısı olan Ebû Ümeyye yüksek sesle:   “−Ey kavmim! Biz ancak hayır istiyoruz, kötülük istemiyoruz. Siz bu hususta kıskançlık yarışına girmeyin. Bırakın mücâdeleyi! Mâdem şu meseleyi aramızda hâlledemedik, Harem kapı­sından ilk gelecek zâtı aramızda hakem tâyin edelim. Hükmüne de râzı olalım!” diyerek eliyle Mescid-i Harâm’ın Benî Şeybe kapısını gösterdi.   Tam o esnâda Hz. Muhammed, Harem kapısında göründü. Herkesin yüzünü tatlı bir te­bessüm kapladı. Zîrâ gelen Muhammedü’l-Emîn idi. Kureyş’in, Peygamber Efendimiz’e karşı sevgi, hürmet ve îtimâdı her geçen gün daha da ziyâdeleşmişti. Hattâ bir deve kesecek olsalar, Server-i Âlem Efendimiz’i ararlar, O da gelir işlerinin bereketi için onlara duâ ederdi.( Abdürrezzâk, V, 319; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 304.) Bu sebeple Kureyşliler O’nu görür görmez: “−İşte el-Emîn! Aramızda O’nun hakem olmasına hepimiz râzıyız!” dediler. Meseleyi kendisine anlattılar. O da, her kabîleden bir kişi seçti ve ridâsını çıkarıp yere serdi. Sonra Hacer-i Esved’i ridâsının üzerine koydurup seçtiği kişilerin her birine bir ucundan tutturdu. Mübârek taşı birlikte taşıdılar. Hz. Peygamber de onu kendi elleriyle yerine yerleştirdi. Böylece kabîleler arası çıkabîlecek muhtemel bir savaşa mânî oldu.(İbn-i Hişâm, I, 209-214; Abdürrezzâk, V, 319.)   Bu ortam içinde geceleri Hira Mağarası'nda itikafta olan Hz. Muhammed, Milâdi 610 yılının Ramazan ayında bir pazartesi gecesi yine Hira dağındaki mağaraya çekilmiş, bütün varlığı ile Allah’a yönelmişti. Bu sırada Cebrail (s.a.s.) kendisine göründü ve:   – Oku, dedi.   Hz. Muhammed (s.a.s.):   – Ben okuma bilmem, dedi.   Cebrail ikinci defa “Oku” dedi Hz. Muhammed (s.a.s.) yine “Ben okuma bilmem” dedi.   Cebrail (s.a.s.) üçüncü defa “Oku” deyince, Hz. Muhammed “Ne okuyayım” diye sordu. O zaman Cebrail (s.a.s.) Kur’an-ı Kerim’de Alâk sûresinin başında yer alan şu anlamdaki ayetleri bildirdi:   “Yaratan Rabbının adıyla oku,   O, insanı kan pıhtısından yarattı,   Oku, Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir.   Kalemle yazmayı öğreten O’dur.   İnsana bilmediğini O öğretti.”   Böylece ilk vahyi alan Peygamberimize Kur’an ayetleri inmeye başlamıştı. Bundan sonra Melek kayboldu. Okunan ayetler Peygamberimizin kalbine yazılmış gibi kendisi de bunları okumaya başladı.   İlk vahyin ağırlığı, aldığı vazifenin büyüklüğü ve duyduğu sorumluluk duygusunun tesiriyle eve döndü. Başından geçenleri Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Hatice O’nu teselli ederek şöyle dedi:   “Müjdeler olsun! Sebat et. Hayatımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki sen bu ümmetin Peygamberi olacaksın, Yüce Allah seni asla bırakmaz. Çünkü sen akrabalık haklarına riayet edersin, sözünde doğrusun, güçlüklere dayanırsın, misafirleri ağırlarsın, felakete uğrayanların yardımına koşarsın. Böyle olan kulunu Allah yalnız bırakmaz.”   Sonunda bir gün muhatap olduğu şu ilahi fermanlar, Hz. Muhammed'in insanlara yüce daveti yapmaya başlamasına vesile olacaktı:   “Ey örtüsüne bürünen kalk ve uyar!”, “En yakın akrabalarını uyar!”, “Elbiseni tertemiz tut”, “Kötü şeyleri terk et!” ve “Kafalarını çatlatırcasına emrolunduğun şeyleri açıkla!” emirlerinden sonra Peygamberimiz, ilahi daveti insanlığa iletmeye başladı.    Toplumu ıslah faaliyetleri için hemen kolları sıvayıp yola koyulan Peygamberimiz, bu uğurda uğurda yorgunluktan şikâyet etmedi. Bıkkınlık göstermedi. Usanmadı. Sebat ve azimle nübüvvet kervanının kendisinden önceki neferleri gibi çalıştı, çabaladı, gayret ve azim gösterdi. Yerleşik cahili sisteme ve yaşam biçimine karşı köklü çözümler üretti. Bu çözümleri bilfiil uygulama alanına çıkardı.   Üç yıl gizli yapılan davet içinde yalnızca yakın arkadaş ve akrabalarına ilâhi yolu tebliğ eden Allah Resulü'nün en yakın dostlarından Ebû Bekir, eşi Hz. Hatîce, amcası Ebû Tâlib’in oğlu Ali, Zeyd b. Hârise, kızları Zeyneb, Rukıyye ve Ümmü Külsûm başta olmak üzere 40 kişi Müslüman oldu. İslâm’ı kabul eden 38. kişi Peygamberimize hakaret eden Ebu Cehil’e haddini bildirdikten sonra Müslüman olan Hz. Hamza olurken İslâm’la şereflenen 40. ve son kişi ise Peygamberimize suikast yapmak isterken kalbi yumuşayarak doğru yolu bulan Hz. Ömer olmuştur.    İslâm’ı kabul edenler yakın çevrelerindekilere de İslâm’ı anlatmış, böylece İslâm Mekke-i Mükerreme’de dalga dalga yayılmaya başlamıştır.   Peygamberimiz, üçüncü yılın sonunda kendisine “Sana emrolunanı açıkça söyle ve Allah'a ortak koşanlara aldırış etme” emrinin iletilmesiyle Mekkelileri açıktan İslâm’a davet etmeye başlamıştır.   Mekkeliler başlangıçta bu daveti önemsemeseler de sonradan İslâm’ın yayılışı hepsine korku salmış ve Hz. Muhammed'i bu işten vazgeçirmek için her yolu denemişlerdir. Ancak başarılı olamayınca Müslümanlara eziyetlerde bulunmuşlardır. Mesela Bilâl-i Habeşi'yi kızgın bir çöle yatıran ve vücudunun üzerine de taş koyan sahibinin bu işkencesine şahit olan Hz. Ebu Bekir, bu duruma çok üzülmüş ve acıdığı Bilâl-i Habeşi’yi satın alarak onu azad etmiş, özgürlüğüne kavuşturmuştur. Müslümanlar için eziyet artık katlanamaz bir boyut alınca Peygamberimizin, çok adil bir hükümdar olan Habeşistan'ın Hristiyan hükümdarı Necaşi'ye sığınmaları yönündeki tavsiyesine uyarak Habeşistan'ı ilk hicret ülkesi olarak İslâm tarihine geçirecek ilk hicret dalgası gerçekleşmiştir. Bunun karşısında paniğe kapılan Mekkeli müşrikler, Habeşi'ye elçi göndererek Müslümanların kendilerine iadesini istediler. Müslümanları geri istemek için Hükümdar Necaşi’ye Müslümanların Mekke’de terör faaliyeti yaptığını iddia edecek kadar alçaldılar. Muvaffak olamayınca bu sefer de Mekke’deki Müslümanların, Necaşi’nin dini Hıristiyanlık hakkındaki olumsuzluk addeden konuşmalarını hatırlatarak, Müslümanlar ile Hükümdar Necaşi’nin arasına fitne sokmaya çaba gösterdiler.    İbn-i Hişam Siretinde olayı şöyle rivayet etmeye başlar: “İbn-i İshak dedi ki: Bana Muhammed b. Müslim ez- Zühri, Ebu Bekr b. Abdurrahman b. El-Haris b. Hişam el-Mahzumi’den, o da Ümm-ü Seleme bint-i Ebi Ümeyye b. El-Muğire’den –ki bu Resullulah (Sallahü Aleyhi ve Selem)’in zevcesidir. –Naklen haber verdi ki: Ümmü Seleme şöyle dedi: Habeş yurduna indiğimiz zaman, orada Necaşi’den hayırlı bir komşuluk gördük. Dinimizden emin olduk. Eziyet edilmeden, zorlanmadan Allah Teala’ya ibadet ettik. Bu haber Kureyş’e(Müşriklere) vardığı zaman, aralarında Necaşi’ye iki muhkem güçlü adam göndermeyi meşveret ettiler. (…) Bunun üzerine ikisi çıktılar ve Necaşi’nin yanına geldiler. (…) Ey Melik(Necaşi) sizin beldenize bizden sefih(!), ayaktakımı(!) çocuklar sığınmışlardır. Kavimlerinin dininden ayrılmışlar ve senin dinine de girmemişlerdir. İcad ettikleri bir dine girmişlerdir ki onu ne biz tanıyoruz ne de sen. Babaları, amcaları, aşiret ve kavimlerinin eşrafı bizi sana gönderdiler ki onları geri veresin. (…) Melikle konuşan Cafer b. Ebi Talib idi. Ona dedi ki: Ey Melik, biz cahiliye ehli bir kavim idik. Putlara ibadet eder, ölü hayvan eti yer, fuhuşlar yapar, hısım akraba hakkını gözetmez, komşularımızı unutur ve bizden kuvvetlinin zayıfı ezdiği bir kavim idik. İşte biz bu durumda iken Allah bize, bizden bir resul gönderdi (…) Bizi Allah’a çağırdı ki, onu birleyelim ve ona ibadet edelim ve bizim babalarımızın Allah’tan başka ibadet etmiş olduğumuz taşları, putları atalım terk edelim. (…) Bunun üzerine Necaşi ona dedi ki: (…)   - Sende peygamberinizin Allah’dan getirdiği şeylerden bir şey var mıdır?  Ümmü Seleme dedi ki:   Buna cevaben Cafer ona dedi ki:   - Evet. Bu sefer Necaşi ona dedi ki:   - Onu bana oku.   - Ümmü Seleme dedi ki: O da “Kaf Ha Ya Ayın Sad” Süresinin baş taraflarını okudu. Ümmü Seleme dedi ki:   - Vallahi, Necaşi bunu dinleyince ağladı ve hatta sakalı ıslandı. Onun âlimleri de ağladılar hatta kitabları ıslandı.   Meryem Sûresi'ni dinleyen ve "Sizinle aramızda ancak şu küçük çöp kadar fark var" diyen Kral Necaşi yine İbn-i Hişam Siretindeki rivayete dayanarak onlara dedi ki:   - Muhakkak bu ve İsa’ya gelen şey elbette bir kaynaktan çıkan nurdur. Gidiniz, Allah’a yemin olsun ki, onları size teslim etmiyorum ve böyle bir işe yanaşmam da”   Böylelikle Habeşistan'dan eli boş dönen Mekkeli müşrikler, Peygamberimize amcası Ebu Talib aracılığıyla eğer bu işten vazgeçerse kendisini Mekke'nin reisi yapacaklarını, Mekke'nin en güzel kızıyla evlendireceklerini, istediği kadar para ve mal vereceklerini iletince Peygamberimizden Ebu Talib aracılığıyla aldıkları cevap şu olacaktı:   “Allah şahidim olsun, bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verecek olsalar bu davadan vazgeçmem. Ya Allah bu dini üstün kılar ya da bu yolda ölürüm.”   Neticede son çare olarak Mekkeli müşrikler O'na kılıç çekmeyi planlasalar da Allah bu hain planı Cebrail aracılığıyla Peygamberimize bildirdi. Peygamberimiz de Hz. Ebu Bekir'le birlikte Mekke'den ayrılma planları yapmış ve tutulan suikastçiler evinin önüne kümelendikleri için evden gece ayrılma kararı almışlardır. Fakat bir sorun vardı ve Peygamberimizi öldürmek isteyenler de dahil olmak üzere kendisine mallarını emanet edenler mevcuttu. Peygamberimiz emanetlere böyle müşkül zamanlarda bile hıyanet etmeyecek kadar örnek bir kişiliğe sahipti. Emanetleri sahiplerine teslim etmesi için Hz. Ali'yi görevlendiren Hz. Muhammed'in yatağına Hz. Ali yatacaktı. Böylece sabah olduğunda suikastçiler eve giren veya evden çıkanla karşılaşamayınca eve girip Peygamberimizin odasına gelecekler ve tam O'nu öldürmek için hamle yapacaklar iken Hz. Ali'yi karşılarında bulacaklardı. Hz. Ali de onlara emanetlerini geri verecekti. Peygamberimiz, emanetleri sahiplerine teslim etmeden yanına gelmemesini Hz. Ali'ye sıkı sıkı tembihledikten sonra evin çıkış kapısına geçti. O esnada enteresan bir gelişme oluyordu. Kapının önünde bekleyen suikastçilerin uykuları gelmeye başlamıştı. O esnasında onlar esnerken Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübarek ellerine bir avuç toprak alarak müşriklerin üzerine serpti ve Yâ-sîn Suresi'nin ilk 8 ayetini okuyarak aralarından geçip gitti. İçlerinden hiçbiri onu görmedi. Sabah olduğunda kapının önünde uyuyakalmış olan suikastçiler evin kapısının önünde kimseyi girip çıkarken göremeyince evin kapısını kırıp içeriye girdiler. Peygamberimizin yatak odasına girdiklerinde yatakta Hz. Ali'yi bulup O'nu bir süre hapsettiler. Hz. Ali onlara emanetlerini teslim ettikten sonra Hz. Muhammed'le Hz. Ebu Bekir’e yetişti. Elbette ki haince planlar onların peşlerini hicret yolunda da bırakmayacaktı. Bunun farkında olan Peygamberimiz, hicret güzergahını değiştirdi. O günlerde Yesrib şehri sakinleriyle iyi temaslar kuran Peygamberimiz, bu şehre hicretini gerçekleştirdi. Artık Yesrib’in adı Medine olacaktı. Medine, kurulan İslâm medeniyetinin merkezi haline gelmiştir.   Hz. Muhammed, ticaretin çözüldüğü bir bedevi kabile toplumundan "dini bir imparatorluğa" geçişe önderliği Medine'de üstlenecekti.    Bedevi Arap kabileleri arasında kanlı kavgaların, kervan soy­gunlarının sonu olmayan devirler korkunç bir kâbus gibi geride kalmıştı. Can ve mal güvenliğine aldırmayan küfür saltanatı, Hz. Muhammed'in Medine'de kurduğu İslâm Devleti'nin sarsılmaz temelleri karşısında çöküşe geçecekti. Buna da Medine bayraktarlık edecekti.    İslâm, yalnızca bir hak yol olmakla kalmayacak, kabileleri ümmette birleştirecek ve kabileler arasındaki kavgaları bitirerek kan davalarını ayağının altına alacaktı. Artık mü'minler ümmet ekseriyetinde mü'minlerin kardeşi olacaktı.    Bunun ilk adımı da Peygamberimizden sonra Medine'ye hicret eden Müslümanlar muhacir görülecek, Medineliler de ensar ilan edilerek muhacir-ensar kardeşliğinin kuruluşuyla atılacaktı.    Toplumu ümmet kardeşliği içinde birleştiren İslâm, toplumun psikolojisini sarmalayıp, bü­yük bir kolektif enerjiyi ateşleyerek cihat yoluyla da küffar üzerine doğru atılmayı örgütlerken, tarihsel açıdan da toplumun kendi mücadelesiyle medeniyete sıçramasının manevi gücünü yaratmıştır.    İslamiyet'in doğuşu ve gelişmesi, yalnızca bir ilahi devrim değil, aynı zamanda siyaset, ekonomi, toplum ve mülkiyet ilişkileri, hukuk, ideoloji ve toplum psikolojisi açısından ele alındığında yeni kurallar ve bir sistem ortaya koymuş ve aynı zamanda tarihsel açıdan da bir medeniyete geçiş devrimi olmuştur.    İslamiyet, haksız kazancı ortadan kaldıran ticaret uygarlığına geçişin ideoloji ve kurumlarını getirmiş, ticaret, bilim, özel mülkiyet, devlet ve ordu kavramlarını düzenleyici bir devrim olmuştur.    Bu devrim, tüm Arap Yarımadası'nı sarınca Mekkeli müşrikler Medine'ye savaş açtılar. Müşrikler ve Müslümanlar 624 yılında Bedir Gazvesi'nde karşı karşıya geldiler. Bu gazveyi Müslümanların kazanması müşrikleri çileden çıkardı. Ebu Cehil'in bu savaşta geberip gayya kuyusunu boylamasının öcünü yeni reisleri olan, küfür düzeninin savunucusu, aşiretçi sistemin lideri de en zengin tüccar Ebu Süfyan almak için planlar yapmaya başladı. Ayrıca yeni savaş, Ebu Süfyan'ın müşrikler nezdinde rüştünü de ispatlamasına yardımcı olacaktı.    Ebu Süfyan'ın liderliğindeki müşrikler, Bedir hezimetinden 13 ay sonra tekrar Medine'ye karşı saldırıya geçtiler.    Hz. Muhammed, yaptığı savaş planında Uhud Dağı'nın eteklerine okçu birliklerini yerleştirdi. Askerlerine, nasıl bir netice çıkarsa çıksın yerlerini asla terk etmemelerini tembihlerde bulundu.    Peygamberimizin emirlerini harfiyen uygulayan Müslümanlar, başlangıçta muvaffak olup düşmanı bozguna uğratsalar da okçu birliklerinin peygamber emrini unutarak yerlerini terk etmeleriyle üstünlüklerini kaybettiler. O tarihlerde henüz Müslüman olmayan genç bir müşrik savaşçısı olan Halid bin Velid, Uhud Dağı'nın geçitlerinin terk edilmiş olduğunu görüp emrindeki müşrikleri bu geçitlerden geçirterek Müslümanlara arkadan bir karşı saldırı gerçekleştirdi. İki ateş arasında kalan Müslümanlar, zor durumda kaldılar. Ebu Süfyan'ın karısı Hind'in kölesi olan Vahşi de elindeki mızrakla Peygamberimizin sevgili amcası Hz. Hamza'yı şehit etti. Bu alçakça cinayet sonrası Vahşi kölelikten azad olsa da gelgelelim iflah olmaz bir pişmanlığın kölesi olmaktan kurtulamayan Vahşi, Peygamberimize ulaşıp O'ndan özür ve af dilemek istediyse de bu arzusunu ancak Mekke'nin fethi sonrası Müslüman olup Peygamberimizin karşısına çıkarak gerçekleştirebilecekti. Nitekim Uhud Savaşı’nda Peygamberimiz (asm) birkaç kâfire bedduâ etmişti. “Vahşî’ye niçin lanet etmiyorsun?” dediklerinde, buyurdu ki:   “Miracda, Hamza ile Vahşî’yi kolkola, birlikte cennete girerlerken görmüştüm!”   Hicretin sekizinci yılında, Mekke fethedildiği gün, Vahşî, Mekke’den kaçtı. Bir zaman uzak yerlerde kaldı. Sonra pişman olup, Medine’de mescide gelip, selam verdi. Resulullah Efendimiz selamını aldı. Vahşî dedi ki:   - Ya Resulallah! Bir kimse Allah'a ve Resulüne düşmanlık yapsa, en kötü, en çirkin günah işlese, sonra pişman olup temiz iman etse, Resulullahı canından çok seven biri olarak, huzuruna gelse, bunun cezası nedir?   Resulullah Efendimiz buyurdu ki:   - İman eden, pişman olan affolur. Bizim kardeşimiz olur.   - Ya Resulallah! Ben iman ettim. Pişman oldum. Allah Teâlâ'yı ve Onun Resulünü her şeyden çok seviyorum. Ben Vahşî’yim.   Resulullah Efendimiz, Vahşî adını işitince, Hz. Hamza’nın şehit edilmiş hâli gözünün önüne geldi. Gözleri yaşlandı.   Vahşî, öldürüleceğini anlayarak kapıya yürüdü. Eshab-ı kiram kılıçlarına sarılmış, işaret bekliyordu. Vahşî, “Son nefesimi alıyorum!..” derken, Cebrail aleyhisselam geldi. Allah Teâlâ buyurdu ki:   - Ey Sevgili Peygamberim! Bütün ömrünü puta tapmakla, kullarımı bana düşman etmeye uğraşmakla geçiren bir kâfir, bir kelime-i tevhid okuyunca, ben onu affediyorum. Sen, amcanı öldürdü diye Vahşî’yi niçin affetmiyorsun? O pişman oldu. Şimdi sana inandı. Ben affettim. Sen de affet!..   Herkes, "Öldürün!" emrini beklerken, Resulullah Efendimiz buyurdu ki:   - Kardeşinizi çağırınız!..   "Kardeş" sözünü işitince, saygı ile çağırdılar. Peygamber Efendimiz Vahşî’ye, “affolunduğunu” müjdeleyerek buyurdu ki:   - Fakat, seni görünce dayanamıyorum, elimde olmadan üzülüyorum.   Hz. Vahşî, Resulullah'ı üzmemek için, bir daha yanına gelmedi. Mahcup, başı önünde yaşadı. Aynı mızrak ve okla peygamberlik iddiasında bulunan Yalancı Müseyleme’yi öldürdü ve ettiği büyük hizmetle Hz. Hamza hadisesinin diyetini ödedi. Artık O; Vahşi değil, Hz. Vahşi olmuştu. Hz. Osman zamanında vefat ederek darül bekâya intikal etti.    Yine Mekke'nin fethi, Ebu Süfyan'ın da hidayete ermesine vesile olacaktı. Halid bin Velid ise daha önceleri, Hendek Gazvesi'nden sonra Müslüman olacaktı.    Müslümanlar Uhud şehitlerini defnetmekle meşgulken Müslümanların Uhud kayalığına çıktığını gören Ebu Süfyan da bir takım müşriklerle başka bir yoldan üst tarafa çıkıp ansızın üzerlerine hücum etmek istedi. Müslümanlar üzerlerine taş atarak müşriklerin dağa çıkmasına mani oldular.   Ebu Süfyan Resulullah Aleyhisselâm’ın sağ olup olmadığı hakkındaki şüphesini gidermek için müslümanlara karşı üç kere “İçinizde Muhammed var mı, sağ mı?” diye bağırdı. Resulullah Aleyhisselâm cevap verilmemesini söyledi. Ebu Süfyan “Ebu Bekir sağ mı, Ömer sağ mı?” diye üç kere tekrarladı. Karşılık verilmeyince, ordusuna dönerek “Hepsi ölmüş!” dedi. Sevindiler.   Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayanamayıp “Ey Allah’ın düşmanı! Vallahi yalan söylüyorsun!” dedi. Ashab da bunu tekrarladı. Ebu Süfyan “Bizim Uzzâ putumuz var, sizin yok!” diye seslendi. Resulullah Aleyhisselâm ashabına “Buna cevap vermeyecek misiniz?” buyurdu. “Ne diyelim?” dediler. “Allah bizim sahibimizdir. Sizin sahibiniz ve Mevlânız yoktur deyiniz.” buyurdu. Onlar da bunu aynen söylediler.   Bizim mevlâmız var, biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz.   Uhud Gazvesi'nden iki yıl sonra Mekkeli müşrikler, Müslümanlara son darbeyi vurmak için tekrar hazırlık yaptılar. Bu kez Müslümanlar İran asıllı bir sahabe olan Selman-ı Fârisî’nin ortaya attığı hendek fikrini savaş planı olarak devreye soktu. Medine'nin çevresine hendekler kazıldı. Peygamberimiz, Hendek Savaşı sırasında Bizans'ın, İran'ın ve Yemen'in fetholunacağını haber vermiştir.    Medine'ye hücum eden putperest müşrikler ve Yahudi kabilelerin ittifakı hendekleri aşamadıkları için şehre giremediler. Kur’ân-ı Kerîm’de kullanılan “ahzâb” (hizipler, gruplar) tabirinden dolayı bu savaşa Ahzâb Gazvesi adı da verilir. 33. sûrenin 20 ve 22. âyetlerinde, Medine’yi kuşatmaya gelen müttefik düşman kuvvetlerinden “ahzâb” şeklinde bahsedilmekte, bazı âyetleri söz konusu savaş hakkında nâzil olan sûre de adını bu kelimeden almaktadır.   Bu savaştaki hendek savunması için yapılan hendek kazıları esnasında Peygamberimiz, kendisi için kurulan “Kubbetüt Türkiyye” adlı bir çadırdan çıkıp bizzat kazı çalışmalarında bulundu (İbn Sa‘d, IV, 83).   Birkaç haftada tamamlanan hendek kazma işinden hemen sonra muhtemelen 10-12.000 kişiden oluşan düşman ordusu Medine’ye ulaştı ve karargâhını şehrin kuzeyinde Uhud Savaşı’nın yapıldığı alanda kurdu; müşriklerin sancağını Benî Abdüddâr’dan Osman b. Talha taşıyordu. Müslüman askerlerin sayısı ise 3000 kadardı ve muhacirlerin sancaktarı Zeyd b. Hârise, ensarınki de Sa‘d b. Ubâde idi. Resûl-i Ekrem kadınlarla çocukların, yiyecek ve içeceklerin, değerli eşyaların ve hayvanların şehirde bulunan en müstahkem binalarda toplanmasını ve ordunun Sel‘ dağı eteklerinde karargâh kurmasını emretti. Kendisi de çadırını Zûbâb dağından bugün Fetih Mescidi’nin bulunduğu yere nakletti. Kureyşliler ve müttefikleri böyle bir hendekle karşılaşacaklarını hiç düşünmedikleri için şaşırıp kaldılar. Zira hendekler, düşman süvarilerini hücumdan caydıracak bir genişliğe sahipti ve gece gündüz müslüman birlikler tarafından kontrol altında tutuluyordu. Daha önce Hayber’e sürülmüş olan Benî Nadîr’e mensup bir heyet, Medine’de oturan ve müslümanlarla arası iyi olan Benî Kurayza yahudilerine gidip onları müslümanlara karşı hücuma geçmeye ikna etti. Durumu öğrenen Hz. Peygamber hemen tedbir aldı ve birkaç yüz kişiden oluşan iki birlik göndererek yahudi mahallelerinin etrafını kuşattı. Öte yandan Gatafân ve Fezâre kabileleriyle birlikte gelen paralı askerlerle ayrı bir anlaşma yapmak üzere onlara bir heyet gönderdi; fakat istedikleri aşırı ücret yapılan bir toplantıdan sonra reddedildi. Bu arada Benî Eşca‘ kabilesinin reisi Nuaym b. Mes‘ûd müslüman olmuş ve bunu henüz kimse duymamıştı. Nuaym, Resûl-i Ekrem’in isteği üzerine Benî Kurayza yahudilerine gitti ve kendilerine Medineli olmayan müttefiklerin yurtlarına dönünce yalnız kalacaklarını, onlardan savaşacaklarına ve kuşatmayı kaldırmayacaklarına dair söz vermelerini, güvence için de Kureyş’ten rehin istemelerini tavsiye etti. Sonra da müttefik ordugâhlarına giderek yahudilerin gizlice Hz. Peygamber’le anlaştıklarını, Kureyş’in bazı ileri gelenlerini rehin alıp ona götürmeye karar verdiklerini söyledi; aynı haberleri müslümanlar arasında da yaydı. Böylece düşman saflarında ortaya çıkan ihtilâf Benî Kurayza yahudilerinin saf dışı kalmaları sonucunu doğurdu. Muhasara esnasında hendeğin her iki yanında bulunan taraflar birbirlerine ok ve taş yağdırmaktaydı. Müşrikler hendeği geçebilecek dar alanlar arıyor ve hücumlarını yoğunlaştırıyordu. İslâm ordusu, bir yandan düşmanların başka bölgelerden şehre sızmasına engel olmaya, bir yandan da onları hendek boyunca etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Müşrikler aralarında nöbetleşerek hücuma geçiyorlar, bu birliklere sırasıyla Ebû Süfyân b. Harb, Hübeyre b. Ebû Vehb, İkrime b. Ebû Cehil, Dırâr b. Hattâb, Hâlid b. Velîd ve Amr b. Âs gibi ünlü savaşçılar kumanda ediyorlardı. Bir gün Hz. Peygamber’in çadırı müşrikler tarafından yoğun biçimde ok yağmuruna tutulmuş, ancak ashabın ok ve taşlarla karşılık vermesi üzerine saldırı başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu sırada Kureyş süvarilerinden İkrime b. Ebû Cehil, Nevfel b. Abdullah, Hz. Ömer’in kardeşi Dırâr b. Hattâb, Hübeyre b. Ebû Vehb ve Amr b. Abdüved hendeğin dar bir yerinden İslâm ordusunun bulunduğu tarafa geçtiler. Araplar arasında cesaretiyle şöhret kazanan Amr b. Abdüved mübâreze için bir savaşçı istedi. Henüz genç yaşta bulunan Hz. Ali mübâreze için onun karşısına çıktı. Resûl-i Ekrem Ali’ye kılıcını verdi ve sarığını sardı. Amr, başlangıçta küçümsediği Hz. Ali tarafından bir kılıç darbesiyle yere serildi. Onunla birlikte hendeği geçenler de geri çekilmek zorunda kaldılar. Nevfel b. Abdullah ise hendeğe düşerek gayya kuyusunu boyladı.    Esasen müşrikler kısa sürecek bir savaş için hazırlanmışlardı ve işin uzaması hem savaşçıların hem de binek hayvanlarının yiyecek kaynaklarının tükenmesine sebep oluyordu. Bu arada Hayber yahudilerinin gönderdiği yirmi deve yükü yiyecek maddesi ve hayvan yemi müslümanların eline geçti. Ayrıca hava da iyice soğumuştu; Medine’nin şiddetli soğuğu Mekkeliler’i güç durumda bırakıyordu. Şiddetli bir rüzgâr onların mukavemetini iyice kırmış ve müşrikler paniğe kapılmıştı. O sıralarda şevval ayının sonuna gelinmişti; haram aylardan zilkade girmek üzereydi ve hac mevsimi başlayacaktı. Kureyş ordusu kumandanı Ebû Süfyân, bu şartlar altında sonuç alınamayacağını anlayıp Mekke’ye dönmek üzere kuşatmayı kaldırdı; parayla tutulmuş askerler de çekilip gitmekten başka çare bulamadılar.   Müslümanlar Hendek Gazvesi’nde büyük sıkıntılara mâruz kalmış ve kalabalık düşman ordusu karşısında endişeye kapılmışlardı. Hiçbir olayda namazını geçirmeyen Hz. Peygamber’in kuşatma sırasında öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını geceleyin hep birden eda etmek zorunda kalması onun ve ashabının çok zor şartlar altında mücadele verdiklerini gösterir. Kur’ân-ı Kerîm, müttefik birliklerin gelişini ve bunun karşısında bazı müslümanların nasıl endişeye kapıldıklarını şu âyetlerle tasvir eder: “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi. Onlar hem yukarınızdan hem de aşağı tarafınızdan üzerinize yürüdükleri, gözler yıldığı, yürekler gırtlağa dayandığı ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşündüğünüz zaman, işte orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğramışlardı. O zaman münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar, ‘Meğer Allah ve resulü bize sadece kuru vaadlerde bulunmuşlar’ diyorlardı” (el-Ahzâb 33/9-12); “Allah, o inkâr edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfkeleriyle geri çevirdi. Allah’ın yardımı savaşta müminlere yetti. Allah güçlüdür, mutlak galiptir” (el-Ahzâb 33/25).   İslâm tarihinde bir dönüm noktası olan Hendek Gazvesi’nde altı müslüman (Sa‘d b. Muâz, Enes b. Evs, Abdullah b. Sehl, Tufeyl b. Nu‘mân, Sa‘lebe b. Ganeme ve Kâ‘b b. Zeyd) şehid oldu; sekiz düşman askeri öldürüldü. Hicretten sonra başlayan Kureyşli müşriklerin Medine’ye karşı saldırıları Hendek Gazvesi’yle son bulmuştur. Hz. Peygamber bu gazveden sonra savaş taktiğini değiştirdi ve müslümanlara saldırı hazırlığı içinde olan düşman kuvvetlerine onlardan daha erken davranıp hücum etmeye karar verdi. Nitekim Resûl-i Ekrem, Hendek Gazvesi’nden hemen sonra Benî Kurayza yahudilerinin üzerine yürümüştür.    Hendek zaferinin ardından Peygamberimiz ve Müslümanlar, Mekke'ye giderek Kâbe'yi ziyaret etmek istediler. Tam bu süreçte Hicret'in 6.yılına girilmişti. Fakat Mekkeli müşrikler buna engel olmaya çalıştı. Peygamberimiz de Mekke yakınlarında konakladığı sürede müşriklerle Hudeybiye Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşmaya göre taraflar birbirlerinin düşmanlarına yardım etmeyecek, bir Mekkeli müşrik Müslüman olup Medine'ye sığınırsa Medine'ye alınmayıp Mekke'ye iade edilecek, fakat bir Medineli Müslüman yolundan dönüp Mekke'ye sığınırsa Medine'ye iade edilmeyip Mekke'ye alınabilecek, 10 yıl boyunca taraflar birbirleriyle savaşmayacak, Müslümanlar o yıl Kâbe'yi ziyaret etmeyip ertesi yıl Kâbe'yi ziyaret edebilecekti. Resulullah, anlaşmanın kaleme alınması işini Hz. Ali'ye verdi. Kureyşliler Hz. Ali’nin Bismillahirrahmanirrahim yazısı ile başlamasına razı olmayıp sadece Allah adıyla yazılmasının kabul ettiler.   Bu şartlar çok ağır olmasına rağmen Hz.Muhammed (SAV) anlaşmayı kabul etmiş ve adını (Feth-i Mübin) demişti. Hakikatten sonradan gelişen olaylar Hz. Peygamberin uzağı çok iyi gördüğünü gösterdi. Bu anlaşmanın da Müslümanların lehine işlediği anlaşıldı. Dönüşlerinde Fetih Suresi nazil olarak Müslümanlara büyük fetih ve zafer müjdeledi.   Ancak Mekkeli müşrikler, anlaşmanın üzerinden iki yıl geçmişken antlaşmayı bozdular. Üstelik Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) yeniden yaptığı sulh tekliflerini de dikkate almadılar. Daha sonra ise büyük bir korkuya kapılarak liderleri olan Ebû Süfyân’ı Medîne-i Münevvere’ye gönderdiler.   Medîne’de hiç kimse Ebû Süfyân’a yüz vermedi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in zevcesi Ümmü Habîbe vâlidemiz, Ebû Süfyân’ın kızı olduğu hâlde, evine kadar gelen babasının oturmak istediği minderi altından çekip aldı. Ebû Süfyân hayretle:   “–Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin?” diye sordu.   Ümmü Habîbe vâlidemiz:   “–Bu minder, Rasûlullah Efendimiz’e âittir. Sen necis bir müşrik olduğun için, ona oturmaya aslâ lâyık değilsin!” cevâbını verdi.   Ebû Süfyân işittiği bu cümleler karşısında âdeta dondu kaldı:   “–Kızım, sen bizden ayrılalı bir acâyip olmuşsun!” dedi.   Ümmü Habîbe vâlidemiz:   “–Hayır, Allah beni İslâm ile şereflendirdi.” diyerek îman muhabbetinin her şeyin üzerinde olan ulvî değerini ifâde etti. (İbn-i Hişâm, IV, 12-13)   Hz. Muhammed, çevredeki Müslüman kabilelere de haber göndererek savaşa hazır olmalarını söyledi. Ardından yaklaşık 10.000 kişilik bir ordu kuruldu ve Hz. Muhammed, Hicret'in 8. yılında, Ramazan ayının 13. günü Medine'den yola çıktı (4 Ocak 630). Bu, o zamana kadar toplanmış en büyük Müslüman kuvvetti.   On günlük bir yolculuğun ardından Müslüman ordusu Mekke yakınlarına geldi. Hz. Muhammed, Mekkelilere ordunun büyüklüğünü abartı göstermek için herkese ateş yakmasını emretti. Kısa sürede 10.000'den fazla ateş yakıldı. Ateşleri gören putperest paganlar dehşete kapıldı.    Hz. Muhammed’le görüşmeye giden Ebû Süfyan ve beraberindekiler, bir gece vakti bu vazifeyi yerine getirmek üzere Mekke'den çıktılar. İslâm ordusu karargâhına yaklaştıkları bir sırada mücahidler tarafından yakalandılar. O esnâda Hz. Abbas imdadına yetişmeseydi mücahidler tarafından epeyce hırpalanacaktı.   Hz. Abbas, Ebû Süfyan'ı alıp Peygamber Efendimizin yanına getirdi. Arkasından Hz. Ömer de eli kılıcının kabzasında Huzur-u Saadete girdi ve şu teklifi yaptı:   "Yâ Resûlallah! Allah, Ebû Süfyan'ı akidsiz ve ahidsiz ele geçirmek imkân ve fırsatını verdi. Müsaade buyur da boynunu vurayım."   Hz. Abbas müdahale etti:   "Yâ Resûlallah! Ben, ona emân vermiş bulunuyorum!"   Fakat Hz. Ömer, bu isteğinden vazgeçmedi. Aynı teklifini tekrarlayıp durdu.   Hz. Abbas, "Ey Ömer! Yeter! Vallahi, Ebû Süfyan, Adiyy bin Ka'boğullarından (Hz. Ömer kabilesi) olsaydı böyle söylemezdin." deyince, Hz. Ömer bütün celâletiyle "Ey Abbas! Vallahi, babam Hattab hayatta olup da Müslüman olsaydı, ona, senin Müslüman olduğun gün, Müslüman oluşuna sevindiğim kadar sevinmezdim. Zira, biliyorum ki, Resûlullah da babam Hattab Müslüman olsaydı, senin Müslüman oluşuna sevindiği kadar sevinmezdi." diye cevap verdi.   Bu ufak münakaşayı Peygamber Efendimiz, "Ey Abbas! Ebû Süfyan'ı konak yerine götür! Sabahleyin yanıma getir." sözleriyle sona erdirdi.   Sabah olunca Hz. Abbas, Ebû Süfyan'ı Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına getirdi. Resûl-i Ekrem,   "Ey Ebû Süfyan! Henüz 'Lâ ilâhe İllallah' diyeceğin vakit gelmedi mi?" diye sordu.   Ebû Süfyan zavallıca bir cevap verdi:   "İyi ama bu kadar putları ne yapayım? Lât ve Uzza'dan nasıl vazgeçeyim?"   Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin çadırı arkasında bekliyordu. Ebû Süfyan'ın bu sözlerini duyunca hiddetle,   "Duâ et ki, çadırın içindesin. Dışında olsaydın, asla bu sözü söyleyemezdin." diye konuştu.   Ebû Süfyan, "Yâ Ömer! Yazıklar olsun sana! Sen de baban gibi sertsin. Hem sonra ey Hattab'ın oğlu, ben sana gelmiş değilim. Amcamın oğluna gelmişim. Onunla konuşacağım. Bırak da konuşalım." dedi. Peygamber Efendimize hitaben de şöyle dedi:   "Babam, anam sana fedâ olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta, şereflilikte ve akraba hakkını gözetmede senden daha üstünü yoktur."   Sonra bir müddet düşündü durdu. Bu düşünce onu bir nebze olsun hakka yakınlaştırdı. Şu itirafı yapmaktan kendini alamadı:   "Vallahi, sanırım ki, Allah'tan başka ilâh olmasa gerek. Çünkü, Allah'la birlikte başka ilâh da bulunmuş olsaydı, elbette beni zararlardan korur, iyiliklerden de faydalandırırdı.”   Peygamber Efendimiz, bu sözlerinden onun "Lâ ilâhe illallah" gerçeğini kabul ettiğine kanaat getirdi. Bu defa da,   "Ey Ebû Süfyan 'Muhammedün Resûlullah' diyeceğin zaman daha gelmedi mi?" diye sordu.   Ebû Süfyan bir an durakladı. İçindeki düğümü tam mânâsıyla çözemiyordu. Nereden geldiğini bilmediği bir şüphe vardı içinde.    "Yâ Muhammed," dedi, "bunun için bana biraz müddet tanı. Zira, bundan dolayı zihnimde biraz şüphe var."   Bu esnâda Hz. Abbas söze karıştı:   "Ey Ebû Süfyan," dedi, "yazıklar olsun sana! Aklını başına topla! Ne yaptığının farkında mısın? Boynun vurulmadan önce, Müslüman ol! Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resûlü olduğuna şehâdet getir!"   Bunun üzerine Ebû Süfyan şehâdet getirip Müslüman oldu.   Hz. Abbas, Peygamber Efendimiz’den Ebû Süfyan için bir imtiyaz tanımasını istedi.   "Yâ Resûlallah" dedi, "Ebû Süfyan üstün tanınmayı, övülüp sevilmeyi seven bir insandır. Ona iftihar vesilesi olacak bir imtiyaz verseniz."   Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Olur" buyurdu ve ilâve etti: "Kim, Ebû Süfyan'ın evine girerse emindir." Ebû Süfyan, "Evimin ne genişliği vardır ki?" diyerek Peygamber Efendimizden bu lütfunu genişletmesini istedi. Bu sefer Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Kim Kâbe'ye girer, sığınırsa, o emindir!" buyurdu. Ebû Süfyan buna da kanaat etmedi. "Kâbe'nin ne genişliği vardır ki?" dedi. O zaman Peygamber Efendimiz, "Kim, Mescid-i Harama girer, sığınırsa emindir" buyurdu. Ebû Süfyan bu ihsan dairesinin daha da geniş tutulmasını istiyordu: "Mescidi Haram'ın ne genişliği var ki?" diyerek buna da kanaat getirmedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz lütuf ve ihsanının dairesini en geniş bir şekilde tuttu: "Kim, kapısını üzerine kapayıp evinde oturursa ona emân verilmiştir.”   Ebû Süfyan'ın artık bu hususta taleb edecek bir şeyi kalmamıştı, "İşte bu geniştir." diyerek memnuniyetini izhar etti.   Ebû Süfyan'ın İslâm Ordusunu Seyredişi   Resûl-i Ekrem, Ebû Süfyan'ın hemen çıkıp Mekke'ye gitmesine müsaade etmedi. Her ne kadar îmân etmişse de müşrik ileri gelenlerinin tesiri altında kalıp İslâm ordusuna karşı bir hareket hazırlığı içine girebilme ihtimali vardı. Bu düşünceye fırsat verilmemeliydi. Ebû Süfyan, İslâm ordusunu görmeli idi. Tâ ki, bu orduya karşı koyacak güç ve kuvvetin asla Kureyş müşriklerinde bulunmadığı kanaatı kendisinde tamamıyla teşekkül etsin. Azametli orduyu görmeli idi ki, kendilerine bir şey kazandırmayacak, sadece kanlarının akıp gitmesine sebebiyet verecek bir karşı koyma hareketine girişmeyi akıllarından geçirenlere nasihat etsin, onları bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalışsın.   Bunun için Peygamber Efendimiz, Hz. Abbas'a şu emri verdi:   "Ey Abbas! Ebû Süfyan'ı vadinin daraldığı, atların sıkışa geldiği dağ boğazının yanına götür de Allah ordusunun ihtişamını görsün.”   Hz. Abbas bu emr-i Nebevî üzerine Ebû Süfyan'ı vadinin en dar, geçişe en hakim yerine götürdü.   Ebû Süfyan, hayret ve haşyet içinde kol kol geçen muazzam İslâm ordusunu seyrediyor ve onların kim olduğunu teker teker Hz. Abbas'a soruyordu. Hz. Abbas da gereken izahatı veriyordu. Ebû Süfyan'ın gözleri, nuranî dalgalar halinde akan mücahidler karşısında kamaşıyordu.   Mekke'de öldürmeye karar aldıkları sırada ellerinden Allah'ın hıfz ve inâyeti ile kurtulan Hz. Muhammed nasıl böyle on binlerin kalb ve ruhunu fethetmiş ve etrafında birer pervane gibi döndürmeye başarabilmişti? Daha düne kadar kendi saflarında ona karşı savaşanlar, şimdi ona sadakât elini uzatmışlar, onun muhabbetinde erimişler, onun derdiyle hemdert, sevinciyle mesrur, elemiyle müteellim olmuşlardı.   Dalga dalga geçen alaylar, taburlar arasında Ebû Süfyan olanca dikkatiyle Hz. Resûlullahı arıyordu. Her alay, her kol geçtiğinde Hz. Abbas'a "Muhammed (a.s.m.) geçti mi?" diye soruyordu. Onun geçişinin bir başka azamette, ihtişamda olacağını biliyordu.   Nihâyet, Resûl-ü Kibriyâ Efendimizin arasında bulunduğu tepeden tırnağa silahlanmış alay geliyordu. Kâinatın Efendisi, kendisine mahsus azamet, heybet ve vakarı ile devesi Kasvâ'nın üzerindeydi. Etrafını Ensar ve Muhacirler almıştı. Sancağı, Ensardan Sa'd bin Ubâde Hazretlerinin elindeydi. Ebû Süfyan'ın önünden tüylerini ürpertircesine, tir tir titrercesine geçiyorlardı.   Ebû Süfyan merakla, "Sübhanallah, kimdir bunlar ey Abbas?" diye sordu.   Hz. Abbas, "Resûllullah ile Ensar ve Muhacirler" diye cevap verdi.   Ebû Süfyan'ın dehşeti daha da arttı, ürpermesi kat kat yükseldi, kendisini tutumayarak şöyle dedi:   "Kardeşinin oğluna ne kadar büyük bir saltanat verilmiş! Hiçbir hükümdarda görmediğim bir saltanat."   Hz. Abbas, "Bu saltanat değil, peygamberliktir." diyerek Ebû Süfyan'ın yanlışını düzeltti.   Ebû Süfyan da, "Evet, peygamberliktir.” diyerek kanaatını düzeltti.   Ebû Süfyan artık, bu haşmetli, nuranî, bir tek kalb halinde çarpan, tek el halinde kalkan, tek ses halinde yükselen orduya kimsenin kolay kolay karşı koyamayacağını, bunun kendilerinin de haddi olmadığını iyice anlamıştı.   "Ey Abbas! Ben şu âna kadar, böyle bir ordu, böyle bir cemâat görmedim." dedi.   Bundan sonradır ki, Mekkeli müşriklere hem haber vermek hem de karşı koymak gibi bir basiretsizliğe teşebbüs etmelerine mani olmak ve bu hususta nasihatta bulunmak üzere Ebû Süfyan'ın Mekke'ye gitmesine müsaade edildi.   Sür'atle Mekke'ye varan Ebû Süfyan, Müslüman olduğunu açıkladı. Sonra da,    "Ey Kureyşliler! İşte Muhammed! Karşı koyamayacağınız kadar büyük bir orduyla yanı başınıza gelmiş bulunuyor! Müslüman olunuz da selâmete eriniz." diye yüksek sesle hitap etti.   Sonra da,   "Kim, Ebû Süfyan'ın evine girer sığınırsa, o emindir! Kim, evine girip kapısını üzerine kaparsa o emindir! Kim, Mescid-i Harama girer sığınırsa, o emindir." diye olanca sesiyle bağırdı.   Ebu Süfyan, Müslüman olduktan sonra Taif ve Suriye seferine katılırken Yermük Savaşı'nda da bulundu. Taif seferinde bir gözünü kaybetti. Çıkan gözünü alıp Rasulullah (s.a.v.)'in yanına gelip Allah'ın izniyle yerine koymasını ve iyileştirmesini istedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.): "Ya Eba Sufyan! Hangisini istersin? Eğer dilersen, dua edeyim, gözün yerine gelsin. Eğer dilersen Allahu teâlâ, Cennette sana bir göz versin" buyurdu. Ebu Sufyan; Ya Rasulullah! Cennette göz verilmesini isterim dedi ve avucundaki çıkmış gözünü yere attı ve üstüne basıp çiğnedi. Yermuk savaşında da diğer gözü isabet aldı. Yermuk seferinde İslâm ordusunun kâss'ı (teşvikci) olduğu ve askerleri şu sözleriyle teşcî ettiği belirtilir: "ey Allah'ın nusret ve yardımı, yaklaş! "Allah! Allah! Sizler Arab'ın hâmileri ve İslâm'ın yardımcılarısınız, karşınızdakiler ise Rumun hamileri ve müşriklerin yardımcılarıdır. Allahım, bu gün senin günlerinden biridir. Allahım kullarına yardım ve nusretini indir." Her iki gözünü de kaybedince, onu bir azadlısı yedmiştir.  652 yılında Medine'de vefat etti.    Bu arada Mekke'ye giriş yapan İslâm ordusu büyük bir direnişle karşılaşmadı. Halid bin Velid’in komutasındaki 4. kol, İkrime bin Ebu Cehil önderliğindeki küçük bir saldırıyı geri püskürttü. Hz. Muhammed (a.s.), Mekke’ye girer girmez genel af ilan edildiğini bildirdi ve Ebu Süfyan’a bildirdiği şekilde, kimseye dokunulmayacağını ilan etti. Ardından içerisinde 360 put bulunan Kâbe’ye yöneldi. İsra Suresi’nin 81. âyetini okuyarak putları birer birer devirdi. Daha sonra da beraberindeki Müslümanlarla Kâbe’yi tavaf etti. Fetihten hemen sonra Hz. Muhammed (a.s.), Kâbe’de ilk hutbesini verdi. Müslümanların karşısındaki en büyük güç ortadan kalktı. Mekke’nin fethi İslam Devleti’ne büyük itibar kazandırdı. Arap Yarımadası’nda İslam hızla yayılma imkânı buldu. Müslümanlar, Mekke’yi fethettikleri gün, sabaha kadar tekbîr ve tehlîl getirdiler, devamlı olarak Kâbe’yi tavâf ettiler. Bunu gören Ebû Süfyân, zevcesi Hind’e: “–Sen bunun Allâh’tan olduğu kanaatinde misin?” diye sordu. Hind: “–Evet! Bu, Allâh tarafından olan bir iştir!” dedi. Ertesi gün Ebû Süfyân, erkenden Resûlullâh’ın yanına gitti. Allâh Resûlü ona akşam hanımıyla arasında cereyân eden konuşmayı nakletti. Ebû Süfyân: “–Şehâdet ederim ki, Sen Allâh’ın Resûlü’sün! Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, bu sözümü Allâh ile Hind’den başkası işitmemiştir!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 296) Bu sırada Kureyşliler, Mescid-i Harâm’a dolmuş, haklarında verilecek hükmü bek­liyorlardı. Allâh Resûlü, sâdece oradakilere değil, bütün in­sanlığa şâmil olan şu cihanşümûl hutbesini îrâd buyurdu:   “Allâh’tan başka ilâh yoktur. Yalnız O vardır. O’nun hiçbir nazîri ve şerîki yoktur. Allâh, vaadini yerine getirmiş, kuluna yardım etmiş ve bütün düşmanlarımızı dağıtmıştır. Kâbe hizmeti ve hacılara su dağıtma işi dışında bütün eski gelenek ve görenekler, mal ve kan dâvâları, bugün şu iki ayağımın altındadır.   Ey Kureyşliler!   Allâh, sizden câhiliyet gurûrunu, babalarla, soylarla (övünüp) kibirlenmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.   (Efendimiz, bu ifâdelerin ardından şu âyet-i kerîmeyi okudu:)   «Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi (kibre kapılıp da övünmeniz için değil) birbirinizle tanışasınız diye milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allâh katında en üstün olanınız, muhakkak ki O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz ki Allâh, bi­lendir, her şeyden haberdardır.» (el-Hucurât, 13)” (İbn-i Mâce, Diyât, 5; Ahmed, II, 11; Tirmizî, Tefsîr, 49/3270)   Artık Mekke-i Mükerreme, Hudeybiye’nin bir müjdesi olarak, af, sulh, emniyet ve hidâyetin içiçe olduğu rûhânî bir fetihle asıl sâhiplerine, yâni ciğerpârelerine sînesini açmıştı. Bin bir ıztırap, zulüm ve meşakkatlerle dolu Mekke hasreti de artık sona ermişti. Yılların hüznü sürûra inkılâb etmişti. İşte bunun büyük bir şükrânesi olarak, târihin en büyük affını sergi­lemek üzere Allâh Resûlü Mekke halkına:   “–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu. Kureyşliler:   “–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, ke­rem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.   Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:   “–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi:   «…Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allâh sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” bu­yurdu.   Bir diğer hitâbında da:   “–Bugün merhamet günüdür. Bugün Allâh’ın, Kureyşlileri İslâmiyet’le güçlendire­ceği, üstünleştireceği bir gündür.” buyurdu.   Bunun netîcesinde, fetihten önce birçok Müslümanın malına ve cânına kıymış olan kimseler bile, hidâyet şerefine erdiler. Allâh Teâlâ, Kureyş müşriklerini Resûlü’nün eline düşürmüş, ona boyun eğdirmişti. Resûlullâh da onları affetmiş ve serbest bırakmıştı. Bu sebeple Mekkelilere “Tulekâ”, yâni “âzâd edilenler” adı verildi.   Mekkeliler, Hazret-i Peygamber’in bütün insanlığa nu­mûne olarak sergilediği af bayramının sürûrunu yaşarken öğle vakti girmişti. Resûlullâh, her zaman olduğu gibi yine ezân okuması için Hazret-i Bilâl’e emretti. Hazret-i Bilâl, bir zamanlar köle olarak akıl almaz işkencelerle “Ehad, Ehad” diye inlediği günleri hatırladı. Artık zulüm zevâle ermişti. Şimdi hür idi ve zafer kazanmış bir îmân ordusu ile Mekke’de idi. Allâh’a şükrederek Kâbe-i Muazzama’nın üstüne çıktı. Yakıcı nağmelerle ezâna başladı. Öyle içli ve yanık bir ezân okuyordu ki, bütün Mekke dağları ve semâsı bu ulvî sadâ ile yankılanıyordu. Gökler mütebessim, yerler mesrûr oldu. O gün okunan ezân-ı Muhammedî, mü’minlere ebedî bir hâtıra idi. Bu man­zarayı gören müşriklerden birkaçı:   “–Yazıklar olsun bize!.. Köleler kadar da olamadık! Onlar nerelere ulaştı, bizler ne hâlde kaldık?” diye önceden yaptıklarına, yâni o âna kadar hakîkatten gâfil kalmalarına hayıflandılar.   Bu kutlu zaferden sonra Peygamberimiz, muzaffer bir komutan olarak Medine'ye döndü.    632 yılında Peygamberimiz, Medine’ye hicretinin 10. yılında (632) hac için Mekke'ye geldi. Hz. Peygamber (s.a.s.), yüz bini aşan sahabîye bu hac sırasında yaptığı konuşma ile veda etmiş, İslâm’ın temel ibadetlerinden biri olan hac ibadetinin yapılış şeklini öğretmiştir. Hac sırasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ashabına yaptığı tarihî konuşmasına “veda hutbesi” denir. Temel hak ve hürriyetler açısından, çok önemli olan bu hutbe, hadis kitaplarında bölümler hâlinde nakledilmiştir (Buhârî, Hac, 132 [1739-1742]; Müslim, Hac, 147 [1218]). İslâm tarihi kaynakları, hadis kaynaklarından bu rivâyetleri tek metin şeklinde aktarırlar (İbn Hişâm, es-Sîre, 2/601-604). Hz. Peygamber (s.a.s.), İslâm’ın özeti olarak sunduğu veda hutbesiyle; câhiliye devrine ait bütün kötü âdet ve gelenekleri yıkmıştır. Temel hak ve hürriyetlerle ilgili hükümleri bildirmiştir. Bütün insanların Hz. Âdem’in çocukları olduğunu ifade ederek evrensel insan haklarına işarette bulunmuştur. Irk, renk ve sınıf üstünlüğünü reddederek, tüm insanlığa rehber olacak örnek bir eşitlik anlayışını tarihe kaydetmiştir. Zinanın ve aile hayatına zarar verecek her şeyin yasaklandığını haber vermiştir. Aile hayatında erkek ve kadının birbirlerine karşı hak ve vazifelerinin bulunduğunu, kadınlara iyilik ve şefkatle muamele edilmesi gerektiğini açıklamıştır. Ekonomik ve sosyal hayatı felce uğratan fâizin haram kılındığını, her türlü kan davasının kaldırıldığını ilan etmiştir. Vasiyet, borç ve kefâlet, takvim düzeni hakkındaki hükümlerle birlikte; nesebin öz babadan başkasına nispet edilmesinin kötülüğünü ifade etmiştir. Herkesin can, mal ve haysiyetinin her türlü tecavüzden korunduğunu, her türlü haksızlığın yasaklandığını ve cezaların şahsî olduğunu belirtmiştir. Kısaca, önemli dinî kuralları, temel hak ve görevleri, duygusal, etkili ve veciz bir şekilde orada bulunan insanlara öğütleyerek, kendilerine emanet olarak bıraktığı Kur’ân ve Sünnet’e sarıldıkları müddetçe sapıklığa düşmeyeceklerini müjdelemiştir. En sonunda orada hazır bulunanların, dinlediklerini başkalarına aktarmalarını istemiştir (İbn Hişâm, es-Sîre, 2/602-604).   Bu hac, O'nun Müslümanlarla olan son buluşması olduğu için tarihe “Veda Haccı” olarak geçmiştir.    Mekke'den Medine'ye döndükten kısa bir süre sonra hastalanan Peygamberimiz, Hz. Fatıma'ya kendisine ilk kavuşacak kişi olduğunu müjdelemiştir. 8 Haziran 632’de defalarca “Yüce Dost'a” diyerek darül bekâya irtihal etmiştir.    Kaynakça:   Burcu TEKİN, Ortaçağ İspanya’sında Büyü, Büyücülük ve La Celestina Adlı Esere Yansıması,Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 55, 1, 2015, s.310 Erhan ERSOY, Cinsiyet Kültürü İçerisinde Kadın ve Erkek Kimliği, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 2, Elazığ, 2009, s.216 İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, II, 65-74; IV, 
ALEMLERE RAHMET OLARAK GÖNDERİLEN SEVGİLİLER SEVGİLİSİ, MÜ'MİNLERİN BAŞBUĞU: HAZRETİ MUHAMMED MUSTAFA SAV.

ALEMLERE RAHMET OLARAK GÖNDERİLEN SEVGİLİLER SEVGİLİSİ, MÜ'MİNLERİN BAŞBUĞU, RESUL-U EKREM EFENDİMİZ HZ. MUHAMMED MUSTAFA (S.A.V.) 

NETHABERLER | UTKU MİHMANDAROĞLU

İNSANLIĞIN MEDAR-I İFTİHARI OLARAK GEÇİRİLEN BİR ÖMÜR PEYGAMBER EFENDİMİZ

Ezelden ebede alemlerin yaratıcısı Hz. Allahü Teâlâ (c.c.) tarafından insanlığa ışık olması için gönderilen son elçi olan ve alemlere rahmet olarak inmiş Sevgililer Sevgilisi, Mü'minlerin Başbuğu, Resul-u Ekrem Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) hayatı boyunca dürüstlüğü, sabrı, merhameti, hoşgörüsü ve yumuşak huyluluğu ile biliniyordu. Üstün meziyetleri ile tüm insanlık aleminin medar-ı iftiharı olan Peygamber Efendimiz dünyaya gelmeden önce dünya bir küfür ve şirk cehennemiydi. Yeryüzünde ateşe tapan Mecusiler, Hz. İsa'nın tertemiz risaletini Aziz Pavlus diye bir zâtın peşine takılarak İsevilikten ayrılan, Haçlı zihniyetini benimseyerek boğazına değin küfür çukuruna saplanan ve teslise mahkum, namazdan ve oruçtan mahrum, kalplerinin karardığı suni bir inanışa tabi olmuş, aklını Papa’ya kiraya verip skolastik düşüncenin bağnazlığında boğulan Avrupa Hristiyanları, putlardan heykellerden kendine ilahlar edinen Orta Çağ Arapları adeta dünyayı bir küfür ve şirk cehennemine dönüştürmüştü. Allah'ın insanlığa gönderdiği Hz. İbrahim’in yaptırdığı Kâbe-i Muazzama küfür ve şirk sembolü putlarla doldurulmuştu. Sadece küfür ve şirk değil, birtakım sapkınlıklar da bütün dünyaya zincir vurmuştu. 

Mesela Orta Çağ boyunca dominant bir karaktere bürünen Hıristiyanlık inancının en yaygın olduğu Avrupa, kendi oluşturduğu düzenle kadın sıfatını neredeyse yok saymaktaydı. Bu durum topluma da yansımış bu nedenle kadınların özgürlük alanı fazlasıyla kısıtlanmıştır. Nitekim İspanya’da kadınlar cadı olarak değerlendirilip yakılırken, kırsal ortamda yaşayan kadınların evlerinden dışarı çıktıkları vakit, tarlalarına veya ormanlara giderlerken genellikler erkekler tarafından tacize uğradıklarını görebiliyoruz. Bu yüzden köylü 

kadınlar evlerinden dışarı çıktıkları anda tehlike altına girmiş bulunuyorlardı. Hatta Orta Çağ Avrupa düzeninde kadına bakışla ilgili şunu da bilmek icap eder ki, Orta Çağ ve kadın dendiğinde akla gelen şeylerden biri de “cadılık”tır. Kadınlar ile cadılığın bağdaştırıldığı algıda gerçek hayatı hayal dünyası ile karıştırarak bir karmaşa yaratılmıştır. Cadı ile aslında korkunç, kötü niyetli ve kötü şeyler yapan kadın ifade edilmektedir. Bu noktada da dönemde de çok rastlanılan sihir, büyü işleriyle uğraşan, doğaüstü güçleri olduğuna inanılan kadınlardan bahsedilir. 

Tarihi açıdan cadılık figürü olarak şeytan uygun görülmüştür.  Ortaçağ Avrupa’sında kadınlar kötülüğün simgesi olarak görülmekteydi. Ortaçağ boyunca kadınların büyü yaparak 

tanrıya karşı gelmek ve olağan düzene müdahale etmekle suçlandılar. Sırf bu nedenlerle Orta Çağ Avrupa’sında cadı olduğuna inanılan binlerce kadın öldürülmüştür. (Tekin, 2015, s. 310) 

Ortaçağ Avrupa’sında kadın ya aristokrat ya da fahişe olarak nitelendirilirdi. Sosyal 

hayatta erkek karşısında hiçbir otorite, güç ve saygınlık sahibi değildi. (Ersoy, 2009, s. 216) 

Avrupa’da Hıristiyan kadın, aynı Greko-Romen dünyada olduğu gibi, insan bile sayılmayan bir statüye sokulmuştu. 

Erkekler “aziz” olabilmektedir, ama kadınların “azize” olması yolu kapanmıştır. (En önemli neden ve gerekçe, “kadınlık-cinsellik” ilişkisindeki birbirinden ayrılmaz algılamadır. Erkek cinselliğine göz yumulabilmekte, hatta erkek cinselliği görülmemekte, kadın cinselliği ise gözlerden kaçmaz ve affedilmez olmaktadır.)

Yine Zerdüşt Sasani İran'ında ve genel olarak Mezopotamya'da kadınların statüsü, İslam'ın gelişinden önce ikinci sınıf vatandaş olarak görülüyordu. 

Orta Çağ Araplarında da kız çocuklarına değer verilmez, hatta kız çocukları diri diri toprağa gömülürdü. 

Alkol, zina, kumar, faiz gibi şeytan işi pislik olan ne varsa bu dönemde tüm dünyayı sarmıştı. 

Yine Hz. Muhammed'den ve İslamiyet’ten önce Araplar, henüz millet hâline gelemedikleri için; kabîleler hâlinde yaşıyorlardı. Her kabîle, diğerlerinden ayrı bir devlet gibiydi. Kabîle başkanına “Şeyh” deniyordu. Hicaz ve Yemen bölgelerinde bazı şehirler kurulmuşsa da, genellikle çöllerde çadır ve göçebe hayatı geçiriyorlardı. Hicaz bölgesinde üç önemli şehir, Mekke, Yesrib (Medine) ve Tâif’ti. Mekke’de Kureyş Kabîlesi, Tâifte Sakîf Kabîlesi, Yesrib (Medine) de Evs ve Hazreç adlı Arap kabîleleri ile Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları olmak üzere üç yahûdi kabîlesi bulunuyordu. Diğer kabîleler genellikle göçebe idiler.

Kabîleler arasında kan davası ve sınır anlaşmazlıkları gibi sebepler yüzünden savaş eksik olmazdı. Yalnızca yılın dört ayında (Muharrem, Recep, Zilka’de ve Zilhicce aylarında) harbetmezlerdi. Bu aylara “eşhür-i hurum” (“Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah’ a göre ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü hürmetli aylardır.” (et-Tevbe Sûresi, 36). (savaşılması, kan dökülmesi haram olan hürmetli aylar) denir. Bu esnâda, bütün kabîleler güvenlik içinde seyâhat edebildikleri için, genellikle büyük panayırlar bu aylarda kurulurdu. Mekke’nin hâkimi, Kâbe ve civârındaki putların koruyucusu oldukları için Kureyş kabîlesi, diğer bütün kabîlelerden saygı görürdü. Bu sebeple Kureyşliler, senenin her mevsiminde diledikleri yere seyâhat edebiliyorlardı. “Kureyş kabîlesinin yaz ve kış yolculuklarında uzlaşması ve anlaşması sağlanmıştır. Öyleyse, kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven veren şu Beyt’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş Sûresi, 1-4). 

Hicaz bölgesindeki panayırların en önemlileri, Mekke civârında kurulmakta olan Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarıydı. Bu panayırlara ülkenin dört bir yanından akın akın gelenler arasında satıcılar, iffetsiz kadınlar, şâirler, hatipler, kâhinler ve çeşitli dinlere mensup kimseler de bulunuyordu. Tâif’le Nahle arasında kurulmakta olan Ukaz panayırında, şiir yarışmaları yapılır; beğenilip derece alan şiirler, Kâbe’nin duvarlarına asılırdı. Bu şekilde Kâbe duvarında asılmış olan yedi ünlü kasideye “el-Muallekatü’s-seb’a” (Yedi Askı) denilmiştir.

Hz. Muhammed'in doğumundan çok kısa bir süre önce Kâbe-i Muazzama'yı hedef alan çok nahoş bir girişim yaşanmıştı: Fi'l Hadisesi… 

Habeşistan'daki Aksum Krallığı'na bağlı Ebrehe adındaki Hristiyan bir Yemen valisi, hem Hristiyanlığı Arap Yarımadası'nda yaymak hem de Kâbe-i Muazzama'ya olan ilgiye son vermek için Yemen'in başkenti San’a içinde Kulleys adında bir kilise yaptırmıştır. Ebrehe, Habeş kralına halkın hac için ancak Kulleys’i ziyaret edebileceklerini, Mekke'ye gidenlere izin vermeyeceğini yazarak onun da desteğini aldı.

Fakat Araplar bu kiliseye önem vermemiş ve Nukayl adındaki bir tane yerli, rivayete göre bu kilisenin içine pislemiştir. Bunu kendine bir hakaret sayan Ebrehe, olayın üzerine bir de kilisenin yanması eklenince intikam için Kâbe-i Muazzama'nın yıkımına karar vermiş ve fillerden oluşan bir güçlü ordu oluşturarak Mekke'yi kuşatmıştır.  

Mekke çevresine kadar gelen öncüler, Mekkelilerin koyun ve develerini alarak konaklama yerleri olan Taif'e kaçırdılar. Bu ganimetler arasında, Hz. Muhammed'in dedesi Abdülmuttalib'in de çok sayıda devesi bulunuyordu. Ebrehe, Mekke emiri olan Abdülmuttalib'in müzakere tekliflerini de geri çevirdi.

 

Ordu, Mekke üzerine yürümeye hazırlanırken gökyüzü birdenbire Kızıldeniz tarafından gelen ebabil kuşları ile doldu. Gagaları ve ayaklarında taşıdıkları taşlar ile Ebrehe'nin fil ordusunu taş yağmuruna tuttular.

İstilacı ordu bozguna uğradı. Ordudaki kişilerin bedenlerine değen taşlar, etlerini lime lime dökerek öldürüyordu. Saldırıdan sağ kalanlar, Ebrehe'yi de yanlarına alarak perişan bir vaziyette Yemen'e doğru kaçtılar.

Ebrehe, bu saldırıda etleri parçalanarak, çürümüş bir hâlde San'a'ya dönerken, Hasm kabilesinin yaşadığı bölgede göğsü ikiye yarılarak öldü.

Bu hadise yıllar sonra Peygamberimize inen Fi'l Sûresi’nde anlatılmıştır. 

Bu hadiseden kısa bir süre sonra Miladi takvime göre, 20 Nisan 571'de; Hicri takvime göre ise 12 Rebiülevvel tarihinde Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah’la eşi olan Vehb kızı Âmine'nin bir oğulları oldu. Bu çocuğun doğumu, dünyâyı şereflendirdi. Onun doğduğu sabah, âlem başka bir âlem oldu, cihan nurla doldu.

Dede Abdülmuttalib, torununun doğum haberini alınca çok sevindi. Torununu kaptığı gibi Kâbe-i Muazzama'ya götürüp adını Muhammed koydu. Hemen bir ziyâfet verdi.

Kureyş uluları; “Bu ziyâfete vesile olan çocuğa ne isim koydun?” diye sordular, Abdülmuttalib; “Muhammed ismini verdim” dedi. Onlar; “Ecdâdında olmayan bu ismi vermekten murâdın nedir?” diye sorunca,

Abdülmuttalib; “Umarım ki, onu yerde halk, ulvîlikler âleminde Hakk pek çok övecek” diye cevap verdi. (Zîrâ, Muhammed; «pek çok hamd ü senâ olunmuş kimse» mânâsına gelmektedir.)

Küçük Muhammed doğduğu gece dünyâda fevkalâde hâdise­ler oldu. Şöyle ki:

• O devrin en büyük devletlerinden olan Îran Kisrâ’sının (hü­kümdârının) sarayında, mîmarların yıkılmaz dediği on dört sütûn bir­den çöktü.

• Sâvâ gölü kurudu.

Mecûsîlerin uzun müddetten beri sönmeden yakıp tapındıkları ateşgedeleri söndü.

Müşriklerin Ka’be üzerine koymuş oldukları putlar, devrilip kı­rıldı. Onların, hâşâ, ilâh diye tapındıkları putları küp kırığına döndü, yere serildi.

Bütün bunlar çok mühim bir şeye işâret ve beşâretti. Çünkü, Hak gelmiş, bâtıl zâil ve muzmahil olmuştu. Hakkı telkin ve tebliğ edecek olan Kâinâtın Efendisi, Peygamberler Peygamberi, Fahr-i Âlem, Muhammed’ül-Mustafâ (s.a.v.) doğmuştu.

Gerçekten ilerde Îran’ın saltanatı yıkılacak, Bizans İmparatorluğu dağılacak, putperestlik sönecek, küfrün bataklığı kuruyacaktı.

Ama ne yazık ki baba Abdullah, oğlunun doğumunu görememişti. Ticaret için Mekke'den ayrılmış fakat yolda rahatsızlanmış ve bu haberi alan Abdülmuttalib, hemen büyük oğlu Haris’i Medine'ye göndermesine rağmen Abdullah, ağabeyi yetişemeden vefat etmişti. 

Daha dünyaya gelmeden babasını kaybeden küçük Muhammed'i sırf bu yüzden “yetim” diyerek kimse süt evlâdı olarak almak istemeyecekti. 

Sütannelik ve süt evlâtlığı uygulaması Mekke'de ve Arap kabilelerinde yaygındı. Arap Yarımadası'nda, kırsal kesimlerde yaşayan kadınlar, bir gelir kaynağı olarak yeni doğan çocukları ailelerinin izni ile alıp onlara sütannelik yapıyorlardı. Karşılığında da çocukların ailesinden para veya değerli hediyeler alıyorlardı. Muhammed'i yetim diye kimse almamıştı. Sütannelik yapmak için yola koyulan isimlerden biri de Halime idi. 

Halîme (r.anha) Mekke civarında oturan Hevâzîn kabilesinin Benî Sa’d bin Bekir koluna mensuptur. Ümmü Kebşe künyesiyle anılır. Babasının adı Ebî Züeyb es-Sa’dî’dir. Aynı kabîleden Hâris bin Abdüluzza ile evlenmiştir. Bu evlilikten Abdullah, Uneyse ve Şeyma adında üç çocukları dünyaya gelmiştir. 

Benî Sa’d kabîlesi çölde yaşardı. Temiz, havadar, suyu bol yaylaları vardı. Arablar arasında dili en düzgün, pürüzsüz, konuşan bir kabileydi. Cömertlikleri ile de meşhurdu. Kureyş halkı da fesâhat ve belâgata çok önem verirdi. Yeni doğan çocuklarını süt anneye verirken bu özelliği de göz önünde bulundururlardı. O devirde çölde yaşayan bedevî hanımlar bir gelir kaynağı olarak süt annelik hizmeti verirlerdi. Mekke’ye gelir yeni doğan çocuklardan alıp götürürlerdi. Bilhassa zengin ailelerin çocuklarını tercih ederlerdi. Bunu her sene iki defa Mekke’ye gelerek yaparlardı.

Halime de süt verecek çocuk aramış fakat bulamamıştı. Neticede kimsenin yetim diyerek almadığı küçük Muhammed'i alarak tam iki sene emzirdi, O’nun yetişip büyümesinde emeği geçti, O’nu tehlikelere karşı korudu ve nur bedeninin gelişmesi, gürbüzleşmesi ve sağlıklı olması için gayret etti, çırpındı. Sabırlı, şefkatli, merhametli davranışlarıyla ve sevgi dolu bakışlarıyla onu yediren, içiren, uyutan, hizmetini gören, büyük bir aşk ve şevk içerisinde büyütmeye çalışan, emeğini esirgemeyen bir süt anneydi Halime… 

Geleceğin peygamberi Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz dört yaşlarına kadar Halîme annemizin yanında büyüdü. Süt kardeşleriyle birlikte yediler, içtiler ve oynadılar. Süt kardeşleri onu çok severlerdi. Ondan hiç ayrılmazlar ve beraberce tatlı tatlı oynarlardı. Bir gün evlerinin arkalarında kuzuları otlatırken üzerlerinde ak elbise bulunan iki adam içi kar dolu, altından bir leğen ile geldi ve Nur Muhammed’in (sav) karnını yarıp kalbini açtılar. Oradan kan pıhtısına benzer bir şeyi çıkarıp attılar. Süt kardeşi Abdullah bu durumu görünce çok korktu. Derhal anne-babasına koşarak heyecanla geldi. Kureyşli kardeşim öldürüldü!.. diye feryad etti. 

Halîme Hâtun ve kocası hemen koşup çocukların yanına geldiler. Nur Muhammed’i (sav) benzi sararmış, korkmuş bir vaziyette buldular. Ne oldu yavrucuğum! diye sordular. O da dört yaşlarında olmasına rağmen olan biteni tek tek anlattı. “Üzerlerinde ak elbise bulunan iki adam geldi ve beni yatırdılar. Karnımı yardılar ve içimden bilmediğim bir şey çıkarıp attılar. Kalbimi, karnımı o karla iyice yıkayıp temizlediler” dedi.

Bu hâdise üzerine Hâris âilesine: “Ey Halîme! Ben bu çocuğun başına bir felâket gelmesinden korkuyorum! Onu hemen ailesine götürüp teslim edelim” dedi.

Halîme Hâtun süt evlâdı Nur Muhammed’i, (sav) Âmine Hâtun’a teslim etmek üzere Mekke’ye geldi. Çocuk yaşta olmasına rağmen Nur Muhammed (sav) güçlü, kuvvetli ve hareketliydi.

Şehre girerken kalabalıklar arasında kayboldu. Dedesi Abdülmuttalib ve Kureyş kabilesi atlıları seferber oldu. Mekke’nin her tarafı arandı bulunamadı. Sonra Kâbe’ye gelip tavaf ettikten sonra dede Abdülmuttalib Yüce Allah’a şöyle niyazda bulundu. “Ya Rab! Kavmi’min hepsi toplandı ise de sevgili torunum bulunamadı. Senden  medet!” diye yardım diledi. O anda görünmeyen bir yerden ses geldi ve: “Muhammed’in (sav) Rabbı vardır. Onu yardımsız bırakmaz ve zâyî etmez” dedi. Abdülmuttalib tekrar niyaz etti ve onun nerede olduğunu göstermesi için Allah’a yalvardı. Yine gizli bir ses: “O Tihâme vadisinde bir ağacın altında!” dedi. Süvarileriyle birlikte o tarafa doğru giden Abdülmuttalib Nur Muhammed’i (sav) bir ağacın dallarını çekip yaprağı ile oynuyor olarak gördü. Dede Abdülmuttalib uzaktan: “Ey çocuk sen kimsin?” diye sordu. O da: “Ben Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib’im” cevabını verdi. Dedesi yaklaştı ve: “Canım sana feda olsun yavrum. Ben senin deden Abdülmuttalib’im” dedi ve sevgili torunu Nur Muhammed’i (sav) kucaklayıp öptü. Bağrına bastı ve hemen hayvanının önüne bindirip Mekke’ye getirdi. Kâbe’yi yedi defa tavaf ettirip onu her türlü tehlikelerden ve kötülüklerden koruması için Allah’a duâ etti. Sonra anneciği Âmine Hâtun’un yanına götürdü.

Halîme Hâtun emanet aldığı süt evlâdı Nur Muhammed’i (sav) sağ sâlim olarak anneciği Âmine Hâtun’a teslim etmenin huzuru içerisinde idi. Aslında o yanında kalması için ilk getirdiğinde ısrar etmişti. Bu sebebten Âmine Hâtun: “Onu ne diye getirdin süt annesi?” diye sordu. Halîme Hâtun da: “Allah oğlumu büyüttü. Doğrusu başına birşeyler gelmesinden endişe ettim. Onu bir an evvel teslim edeyim istedim” dedi. Âmine Hâtun tekrar: “Yoksa sen ona şeytan musallat olur diye mi korktun?” dedi. O da: “Evet!..” deyince Âmine Hâtun şöyle dedi:

“Hayır! Vallahi şeytan için ona yol yoktur. Ona musallat olamaz. Asla ona sataşamaz. Oğlum için büyük bir hal ve şan vardır. Ben sana onun haberini bildireyim” dedi ve devamla: “Ben ona hamile iken çok hârikulâde hâdiseler yaşadım. Şam topraklarında Busra’nın köşkleri aydınlatılıp bana gösterildi. O dünyaya geldiği zaman secdeye kapanıp kalmıştır. Onun doğumu diğer çocuklarınkine benzememiştir. Sen şimdi onu bana bırakıp yurduna dönebilirsin.” diyerek süt annesinin merakını gidermiş onu teselli etmiştir. 

 

Hz. Muhammed artık annesinin yanındaydı. 6 yaşına geldiğinde babası Abdullah’ın mezarını ziyaret için annesiyle birlikte Medine'ye gittiler. Geri dönüş yolunda Âmine rahatsızlandı. 

 

Aziz Anne, ruhunu teslim etmeden şu mısraları da söyledi:

  «Her diri ölür,

  «Her diri ölür,

  «Her yeni eskir,

  «Her yaşlı göçer,

  «Ben de öleceğim •

  «Fakat senin gibi temiz bir vekil bırakacağım için,

  «Adım aslâ ölmeyecek...»

 

Âmine validemiz, Ebvâ adlı köye gelindiğinde vefat etti. Oraya defnettiler. Muhammed Mustafa Efendimiz hem öksüz hem yetim kalmıştı. Dadısı Ümmü Eymen, Muhammed Mustafa Efendimiz’i dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti. Peygamberimiz, 8 yaşına kadar dedesinin yanında kaldı. Vefatından önce kendisine bir şey olursa torununa sahip çıkması için oğlu Ebu Talib’i seçen dedesi Abdülmuttalib, 110 yaşında vefat etti. Dedesinin vefatı karşısında âdeta yıkılan Peygamberimiz, defin işlemleri esnasında gözyaşlarına boğulmuştur. 

 

Dedesinin vefatı sonrası 25 yaşına kadar amcası Ebu Talib'le yengesi Fâtıma’nın şefkatiyle büyüyen Peygamberimiz; Fâtıma'yı annesi gibi sevip sayacak, onunla ilgili “O benim annem gibiydi.” diyecekti. 

 

12 yaşına geldiğinde amcası Ebu Talib'le birlikte Kureyş'in o sene tertiplediği ticaret kervanına katılarak Şam'a giden Peygamberimizin içinde olduğu kervan, çölleri aşa aşa Busra'ya vardı ve burada mola verdi. Busra, Şam ile Kudüs arasında (Şam'ın 90 km. güneyinde, Eski Şam da denilen) suyu bol ve bahçelerle kaplı bir kasabaydı.

 

Kureyş'in ticaret kafilesi, âdeta bir gelenek haline getirdiği bir rahibin yanında her sene olduğu gibi o sene de konaklama kararı almıştı. Rahibin adı Bahira idi. Bu râhip, Hıristiyanların o zaman hatırı sayılır bir âlimi idi. Çünkü, manastırda bir kitap vardı ki, orada ibâdete kapanan her râhip, o kitaptan okuyarak Hıristiyanların en bilgili kimsesi olurdu. O güne kadar gelmiş geçmiş bütün râhipler de o kitaptan istifade etmişlerdi.

 

Kureyş'in ticaret kafilesi, her sene olduğu gibi bu sene de râhibin bu manastırına yakın bir yerde konakladı. Gariptir ki, daha önceki senelerde oraya gelen Kureyş kervanının hiçbiriyle ilgilenmeyen, konuşmayan Bahîra, bu sefer kafileye beklenmedik bir sürpriz ile yakın alâka gösterdi, hatta kendileri için bir ziyafet tertipledi.

 

Bu ilgi, bu ziyafet nedendi? Kafiledekileri düşündüren soru bu idi.

 

Bilgin Râhip, kafilede o âna kadar rastlamadığı bazı garipliklere şâhid olmuştu. Manastırda, Kureyş kafilesini seyrederken, bir bulutun Efendiler Efendisini gölgelediğini görmüştü. Kafile gelip bir ağacın altına konunca, aynı bulutun ağacı da gölgelediğini; ağacın dallarının ise, nur çocuğun üstüne âdeta eğilip gölge ettiğini müşâhede etmişti.

 

Bu garipliği gören râhib Bahîra onları yemeğe çağırmak istedi. Mekkelilere şu haberi gönderdi:

 

"Ey Kureyşliler! Size yemek hazırladım, Bu ziyafetime, büyüğünüz, küçüğünüz, hürünüz, köleniz dahil hepinizin gelmesini istiyorum."

 

Bahîra'nın bu garip tavrı yemeğe gelen Kureyşli tüccarların dikkatinden kaçmadı. Sebebini merak ettiler ve sordular:

 

"Ey Bahîra! Vallahi, bugün sende bambaşka bir hâl var. Biz sana her gelişimizde uğrarız. Şimdiye kadar bize böyle birşey yaptığın vâki değil. Sendeki bu hâl nedir?"

 

Bahîra, sırrını açıklamadı ve şu cevapla yetindi:

 

"Evet, gerçekten doğru söylediniz, ama ne de olsa sizler misafirimsiniz. Bunun için sizi misafir etmek, yemek yedirmek istedim. Buyurun yiyiniz!”

 

Dâvete icabet edildi ve sofraya oturuldu. Ancak, kafileden sofrada bir tek kişi eksikti: Bahîra'nın aradığı Kâinatın Efendisi. Nur Çocuk yaş itibariyle en küçükleri olduğundan, kafilenin eşyalarını beklemekle vazifeli olarak ağacın altında oturuyordu.

 

Bahîra, bütün dikkati ile sofradakileri süzmekle meşguldü. Ancak, aradığı nurlu sîmâ yoktu aralarında. Sordu:

 

"İçinizde yemeğe gelmeyen, geride kalan kimse var mı?"

 

Cevap verdiler:

 

"Hayır, ey Bahîra, senin dâvetine icabet edip gelmeyen kimse yok. Sadece bir çocuk var. Eşyalarımızı beklemek üzere bırakılmış bir çocuk."

 

Mukaddes kitapları dikkatle incelemiş olan ve onlardan son peygamberin özellik ve alâmetlerini öğrenmiş bulunan Bahîra, onun da gelmesini ısrarla istedi.

 

Kureyşli tüccarlar Bahîra'nın bu ısrarlı isteğini reddetmediler ve Kâinatın Efendisi Nur Çocuğu da alıp getirdiler. Efendiler Efendisi sofrada yemek yemekle meşgul iken, Bahîra'nın gözleri bütün dikkat ve hayretleriyle onun üzerinde dolaşıyordu. Her halini, her hareketini dikkatli bakışlarla süzmekteydi.

 

Bahîra, aradığını bulmuştu. Maksadına erişmişti. Zira, bütün dikkatiyle süzmekte olduğu Nur Çocuğun her hali ve her hareketi yanındaki kitapta yazılı sıfatlara tıpa tıp uyuyordu.

 

Yemek yendi ve sofradakiler dağılırken Bahîra, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (s.a.v.)'in kulağına eğildi ve "Bak delikanlı, Lât ve Uzza hakkı için sana soracağım şeylere cevap ver."

Nur gözlerde bir rahatsızlık, bir nefret belirtisi.

"Lât ve Uzza adına benden bir şey isteme. Vallahi onlardan nefret ettiğim kadar, hiçbir şeyden nefret etmem."

 

Bahîra, önceki teklifinden vazgeçti.

 

"O halde Allah hakkı için, sana soracaklarıma cevap ver."

Peygamber Efendimiz,

"İstediğini sor." buyurdu.

 

Sorduğu her soruya aldığı cevap Bahîra'yı hayretler içinde bırakıyordu. Çünkü onun son peygamber hakkında bildiklerine aynen uyuyordu. Son olarak Kâinatın Efendisinin sırtına baktı ve Peygamberlik Mührünü gördü.

 

Artık Bahîra'da, şeksiz şüphesiz kesin kanaat hasıl olmuştu: Bu genç, beklenen Son Peygamberdi.

 

Rahib Bahîra, bu teşhisinden sonra, Efendimizin amcası Ebû Tâlib'in yanına vardı. Aralarında şu konuşma geçti:

 

"Bu çocuk senin neyin olur?"

"Oğlumdur."

"Hayır, o senin oğlun değil. Bu çocuğun babasının hayatta olmaması lâzım."

"Evet, doğru söyledin, o benim öz oğlum değil, yeğenimdir."

"Peki, babasına ne oldu?"

"Annesi bu çocuğa hamile iken vefat etti."

"Evet, doğru konuştun.”

 

Bahira'ca, artık her şey apaçık ve kesindi. Sonunda, Peygamberimiz (s.a.v.)'in amcasına şu tavsiyede bulunarak hakperestliğini gösterdi:

 

"Yeğenini hemen memleketine geri götür. Onu hasetçi Yahudilerden koru. Vallahi, Yahudiler çocuğu görüp de, benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü, senin bu yeğenin ileride büyük şân ve nâm kazanacaktır. Durma, onu hemen geri götür.”

 

Bu tavsiye üzerine Ebû Tâlip, mallarını orada satarak aziz yeğeni ile Mekke'ye geri döndü.

 

Genç Muhammed, sahip olduğu güzel vasıflar sebebiyle “el-Emin” unvanıyla anılmaya başlanmıştı. Emanete riayet eden, putlara tapmayan, kumar ve faiz gibi devrin şeytan işi pisliklerinden uzak durarak örnek bir kişilik ortaya koyuyordu. 

 

Bu yönünden dolayı da haksızlıkların karşısında yer alıyordu. Bu yüzden Araplar arasında süregelen anarşi ortamında güvenliğin sağlanması, zayıfların korunması, zulmün önlenmesi için "toplumda sözü geçen ve iyi niyetli" kişilerin önderliğinde kurulan Erdemliler Topluluğu veya Hilfü'l-Fudûl'a üye olacaktı. 

 

Güzel meziyetleri, O'nun yolunu zengin bir tüccar olan Hatice ile ebediyen kesiştirecekti. Hz. Hatice, Kâinatın Efendisini çocukluğundan beri tanıyordu. Ticaret mallarının başında Şam'a göndermesi ise, onu daha da yakından tanımasına vesile olmuştu.

 

Dul olan Hz. Hatice, o sırada Kureyş kadınları arasında asâlet, şeref ve zenginlik bakımından üstün mevkie sahip bulunuyordu. Aynı zamanda Cenab-ı Hak, pek az kadına nasip olacak bir güzelliği de kendisine ihsan etmişti.

 

O âna kadar kabilesinden birçok kimse evlenmek için kapısını çalmış ise de o bunların hiçbirini kabul etmemişti. Âdeta evlenmeyi düşünmüyor gibiydi.

 

Ne var ki, kader şimdi karşısına bambaşka bir şahsiyet çıkarmıştı. Ruhundaki güzellikler yüzüne aksetmiş, gönlündeki sevgi sîmâsında tebessüme dönüşmüş, zihnindeki derin düşünce dışarıya ciddiyet ve samimiyet şeklinde tezahür etmiş müstesna bir insan.

 

Daha önce bütün Kureyş büyüklerinin evlenme teklifini reddeden ve âdeta evlenmek fikrini zihninden atmış bulunan Hz. Hatice, bu eşsiz insanla daha yakından tanışınca, bu fikrinden vazgeçti. İlahî kader, bu iki insanın kalbini birbirine ısındırmayı takdir etmişti.

 

Evlenme teklifi, bizzat Hz. Hatice'den geldi. İffeti ve namusunu koruması sebebiyle Cahiliye Devrinde bile tertemiz kadın mânâsına gelen "tâhire" lâkabıyla anılan Hz. Hatice'den.

Teklifi getiren Hz. Hatice'nin yakın arkadaşı Münye kızı Nefise ile Peygamberimiz (s.a.v.) arasında şu konuşma geçti:

 

"Ey Muhammed, seni evlenmekten alıkoyan şey nedir?"

"Elimde evlenecek kadar param yok."

"Eğer bu temîn edilse ve sen, mala, güzelliğe, şeref ve denkliğe dâvet edilsen icâbet eder misin?"

"Kimdir bu?"

"Hüveylid'in kızı Hatice."

"Ama, bu nasıl olabilir?"

"Orasını ben bilirim."

"O hâlde, ben de kabul ediyorum.”

 

Nefise, sevinç içinde Kâinatın Efendisi ile konuştuklarını gelip Hz. Hatice'ye iletti. Hz. Hatice'nin sonsuz memnuniyeti, yüzündeki tebessümlerden okunuyordu. Nefise'yle birlikte sevinç ve memnuniyetlerini yaşadıktan sonra, Peygamberimiz (s.a.v.)'e şu haberi gönderdi:

 

"Ey amcam oğlu! Sen, benim akrabam olduğun, kavmim içinde şerefli, güvenilir kimse, güzel huylu, doğru sözlü bulunduğun için seninle evlenmeyi arzu ediyorum.”

 

Teklifi alan Efendimiz, durumu amcası Ebû Tâlib'e bildirdi. Ebû Tâlib teklifi tahkik etti. Hz. Hatice'nin böyle bir evliliği istediğini bizzat kendisinden öğrendi.

 

Düğün Merasimi

 

Düğün merasiminin tarihi bizzat Hz. Hatice tarafından tesbit edildi. Merasim de onun evinde yapılacaktı.

 

Tesbit edilen tarihte Peygamberimiz (s.a.v.) amcaları, halaları ve Haşimoğullarının ileri gelenlerinden bazıları ile birlikte Hz. Hatice'nin evine geldi.

 

Güzel bir düğün merasimi için gereken her şey bizzat Hz. Hatice tarafından temin edilmişti. Koyunlar kesilmiş, yemekler hazırlanmıştı.

 

Yemekler yendikten sonra, âdet olduğu üzere sıra iki taraf büyüklerinin konuşmasına geldi. Hz. Hatice'nin babası Ficar Harbinde ölmüştü. Bu sebeple onu temsilen merasime, amcası Amr bin Esed katılmıştı.

 

Geleneğe göre ilk konuşmayı yapmak üzere Ebû Tâlib ayağa kalktı ve şöyle dedi:

 

"Allah'a hamdolsun ki bizi, İbrahim'in zürriyetinden, İsmail'in sulbünden, Maad'ın madeninden, Mudar'ın aslından yarattı. Bundan sonra asıl maksada gelir ve derim ki: Kardeşimin oğlu Muhammed bin Abdullah ki, akrabanız olduğu malûmunuzdur. Onunla Kureyş'ten hiçbir genç tartılamaz, ölçülemez. Şeref ve asâletçe, akıl ve faziletçe onların hepsinden üstün gelir."

 

"Gerçi malı azdır, fakat mal dediğin nedir ki? Geçici bir gölge, bir perde, alınır verilir iğreti bir şey. Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra onun mertebesi daha da büyüyecek, daha da yükselecektir."

 

"Şimdi o, sizden kızınız Hatice'yi istemekte, mehir olarak da yirmi erkek deve vermeyi taahhüd etmektedir."

 

Ebû Tâlib konuşmasını bitirince de Hz. Hatice'nin amcasıoğlu Varaka bin Nevfel ayağa kalktı. O da şöyle konuştu:

 

"Allah'a hamdolsun ki, bizi de anlattığın gibi yarattı. Saydıklarından daha fazlasıyla bize üstünlük verdi. Biz de sizinle hısımlık kurmak ve şereflenmek istiyoruz. Ey Kureyş topluluğu! Şâhid olunuz ki, ben Huveylid'in kızı Hatice'yi şu kadar mehirle Muhammed bin Abdullah'ın oğluyla evlendirdim.”

 

Hz. Hatice ile evliliğinden Hz. Muhammed’in 6 çocuğu olacaktı. 

 

Oğulları Kasım ve Abdullah çok küçükken ölürlerken Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma olmak üzere dört kız çocukları oldu. Fatıma dışındaki kızları da Hz. Muhammed'in sağlığında vefat etmişlerdir. Hz. Muhammed'in soyu aynı zamanda amcası Ebu Talib'in oğlu olan Hz. Ali ile evlenen Hz. Fâtıma’nın dünyaya getirdiği Hz. Hasan'dan ve Hz. Hüseyin’den devam etmiştir. 

 

Hz. Hatice, Hz. Muhammed'e eş, iyi bir arkadaş ve danışman olmuştur. Kendisi, Hz. Muhammed'in peygamberliğini tanıyan ilk kişidir; dolayısıyla Müslüman olan ilk kadındır. 

 

Peygamberimiz, risalet görevindeki 9.yılına girdiğinde Hz. Hatice ve peygamberliğini tanımayan müşriklere karşı kendisini sonuna kadar koruyan amcası Ebu Talib ebedi aleme göçtüler. Bu yüzden Müslümanlar tarafından 619 senesi “Hüzün Senesi” olarak nitelendirildi. 

 

Peygamberimiz, Hz. Hatice’nin vefatından sonra başka hanımlarla da evlenmesine rağmen kendisini hiç unutmamış, daima ondan ve O’nun âhlakından bahsetmiştir ve O'nu vefatından sonra dahi daima hayırla anarak vefasını göstermiştir. 

 

Peygamberimiz, otuzlu yaşlarının sonlarına doğru geldiğinde Hira Mağarası'na çekilerek burada itikafa giriyor, içinde bulunduğu bozuk düzene karşı çareler arıyordu. Yanına azığını alıp Mekke yakınında Hira dağındaki mağaraya çekilir, burada yalnız başına günlerce kalır, kâinatı yaratan Allah’ın büyüklüğünü düşünürdü. Rüyada ne görürse gördükleri aynen çıkıyor. Kimsenin göremediği ve bilemediği bir çok gerçekleri apaçık görüyordu. Yüce Allah böylece O’nu terbiye ederek adım adım Peygamberliğe hazırlıyordu.

 

Tam bu süreçte 39 yaşında olan Hz. Muhammed, Mekke'de yaşanan ve bir kan davasına dönüşmek üzere olan bir anlaşmazlıkta hakem olacaktı. 

 

Mekke’de bir sel baskını olmuş, Kâbe hayli zarar görmüştü. Bunun üzerine kabîle­ler onu tâmir için elele verdiler. Kâbe’yi temellerine kadar yıkıp yeniden inşâ etmeyi kararlaştırdılar.

 

Bu esnâda, bir geminin şiddetli rüzgârla Mekke yakınlarındaki Şuaybe iskelesine doğru sürüklendiğini ve orada karaya çarparak parçalandığını haber aldılar. Gemi, yumuşak düz taş, kereste ve demir gibi inşaat malzemeleri taşıyordu. Gidip gemideki tahtaları satın aldılar. Kâbe’nin yıkım ve yapım işlerini kur’a ile paylaştılar.

 

Kureyşliler Kâbe’nin kendilerine düşen taraflarını yıkıp yeniden yapmaya başlayacakları sırada, Ebû Vehb bin Amr ayağa kalktı ve:

 

“−Ey Kureyş cemaati! Kâbe’nin inşâsına, kazancınızın temiz ve helâl olmayanını karıştırmayın! Ona gayr-i meşrû yoldan kazanılan mal, fâiz parası veya herhangi bir kimseden haksız olarak alınmış para katılmasın!” dedi. (İbn-i Hişâm, II, 210; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 305)

 

Kureyşliler, Kâbe’yi yıktıkları takdirde azâba uğrayacaklarından korktukları için kararsız bir hâldeydiler. Araplar arasında mevcut olan Kâbe’ye karşı tâzim ve hürmet, İbrâhîm’in (a.s.) şeriatinden beri muhâfaza edilegelen kudsî bir vazîfe idi. Kureyş cemaatinin önde gelenlerinden Velîd bin Muğîre:

 

“−Sizin Kâbe’yi yıkmaktaki gâyeniz nedir? İyilik mi yoksa kötülük mü?” diye sordu.

 

“−Elbette iyiliktir!” dediler.

 

Velîd:

 

“−Ey kavmim! Siz Kâbe’yi yıkmakla onu ıslâh etmek istemiyor musunuz? Allâh Teâlâ ıslâh edicileri helâk etmez!” dedi ve Kâbe’yi yıkmaya ilk önce o başladı. Diğerleri de onu tâkib ettiler. (Abdürrezzâk, V, 319)

 

Kâbe’nin duvarlarını bir sıra taş, bir sıra da ahşap bağlama kirişleriyle örerek yükselttiler. Varlık Nûru da Kâbe’nin tâmirine amcası Abbâs ile berâber iştirâk etti. Sıra Hacer-i Esved’i yerine koymaya gelince, her kabîle bu şerefli vazîfeyi kendisi yapmak istediği için büyük bir kargaşa çıktı. Aralarında sert tartışma ve çekişmeler başladı. Mesele haset ve ihtirâsa dönüştü. Neredeyse kan dökülecekti. Abduddâroğulları, içi kanla dolu bir çanak getirdiler, ölünceye kadar çarpışmak üzere Adiy bin Kâ’b Oğulları’yla antlaşma yaptılar ve savaşmaya hazırlandılar. Yeminlerini sağlamlaştırmak için de ellerini kanla dolu çanağa batırdılar. Kureyşliler, bu hâl üzere dört veya beş gece kaldılar.

 

Nihâyet Kureyş’in en yaşlısı olan Ebû Ümeyye yüksek sesle:

 

“−Ey kavmim! Biz ancak hayır istiyoruz, kötülük istemiyoruz. Siz bu hususta kıskançlık yarışına girmeyin. Bırakın mücâdeleyi! Mâdem şu meseleyi aramızda hâlledemedik, Harem kapı­sından ilk gelecek zâtı aramızda hakem tâyin edelim. Hükmüne de râzı olalım!” diyerek eliyle Mescid-i Harâm’ın Benî Şeybe kapısını gösterdi.

 

Tam o esnâda Hz. Muhammed, Harem kapısında göründü. Herkesin yüzünü tatlı bir te­bessüm kapladı. Zîrâ gelen Muhammedü’l-Emîn idi. Kureyş’in, Peygamber Efendimiz’e karşı sevgi, hürmet ve îtimâdı her geçen gün daha da ziyâdeleşmişti. Hattâ bir deve kesecek olsalar, Server-i Âlem Efendimiz’i ararlar, O da gelir işlerinin bereketi için onlara duâ ederdi.( Abdürrezzâk, V, 319; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 304.)

Bu sebeple Kureyşliler O’nu görür görmez:

“−İşte el-Emîn! Aramızda O’nun hakem olmasına hepimiz râzıyız!” dediler.

Meseleyi kendisine anlattılar. O da, her kabîleden bir kişi seçti ve ridâsını çıkarıp yere serdi. Sonra Hacer-i Esved’i ridâsının üzerine koydurup seçtiği kişilerin her birine bir ucundan tutturdu. Mübârek taşı birlikte taşıdılar. Hz. Peygamber de onu kendi elleriyle yerine yerleştirdi. Böylece kabîleler arası çıkabîlecek muhtemel bir savaşa mânî oldu.(İbn-i Hişâm, I, 209-214; Abdürrezzâk, V, 319.)

 

Bu ortam içinde geceleri Hira Mağarası'nda itikafta olan Hz. Muhammed, Milâdi 610 yılının Ramazan ayında bir pazartesi gecesi yine Hira dağındaki mağaraya çekilmiş, bütün varlığı ile Allah’a yönelmişti. Bu sırada Cebrail (s.a.s.) kendisine göründü ve:

 

– Oku, dedi.

 

Hz. Muhammed (s.a.s.):

 

– Ben okuma bilmem, dedi.

 

Cebrail ikinci defa “Oku” dedi Hz. Muhammed (s.a.s.) yine “Ben okuma bilmem” dedi.

 

Cebrail (s.a.s.) üçüncü defa “Oku” deyince, Hz. Muhammed “Ne okuyayım” diye sordu. O zaman Cebrail (s.a.s.) Kur’an-ı Kerim’de Alâk sûresinin başında yer alan şu anlamdaki ayetleri bildirdi:

 

“Yaratan Rabbının adıyla oku,

 

O, insanı kan pıhtısından yarattı,

 

Oku, Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir.

 

Kalemle yazmayı öğreten O’dur.

 

İnsana bilmediğini O öğretti.”

 

Böylece ilk vahyi alan Peygamberimize Kur’an ayetleri inmeye başlamıştı. Bundan sonra Melek kayboldu. Okunan ayetler Peygamberimizin kalbine yazılmış gibi kendisi de bunları okumaya başladı.

 

İlk vahyin ağırlığı, aldığı vazifenin büyüklüğü ve duyduğu sorumluluk duygusunun tesiriyle eve döndü. Başından geçenleri Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Hatice O’nu teselli ederek şöyle dedi:

 

“Müjdeler olsun! Sebat et. Hayatımı elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki sen bu ümmetin Peygamberi olacaksın, Yüce Allah seni asla bırakmaz. Çünkü sen akrabalık haklarına riayet edersin, sözünde doğrusun, güçlüklere dayanırsın, misafirleri ağırlarsın, felakete uğrayanların yardımına koşarsın. Böyle olan kulunu Allah yalnız bırakmaz.”

 

Sonunda bir gün muhatap olduğu şu ilahi fermanlar, Hz. Muhammed'in insanlara yüce daveti yapmaya başlamasına vesile olacaktı:

 

“Ey örtüsüne bürünen kalk ve uyar!”, “En yakın akrabalarını uyar!”, “Elbiseni tertemiz tut”, “Kötü şeyleri terk et!” ve “Kafalarını çatlatırcasına emrolunduğun şeyleri açıkla!” emirlerinden sonra Peygamberimiz, ilahi daveti insanlığa iletmeye başladı. 

 

Toplumu ıslah faaliyetleri için hemen kolları sıvayıp yola koyulan Peygamberimiz, bu uğurda uğurda yorgunluktan şikâyet etmedi. Bıkkınlık göstermedi. Usanmadı. Sebat ve azimle nübüvvet kervanının kendisinden önceki neferleri gibi çalıştı, çabaladı, gayret ve azim gösterdi. Yerleşik cahili sisteme ve yaşam biçimine karşı köklü çözümler üretti. Bu çözümleri bilfiil uygulama alanına çıkardı.

 

Üç yıl gizli yapılan davet içinde yalnızca yakın arkadaş ve akrabalarına ilâhi yolu tebliğ eden Allah Resulü'nün en yakın dostlarından Ebû Bekir, eşi Hz. Hatîce, amcası Ebû Tâlib’in oğlu Ali, Zeyd b. Hârise, kızları Zeyneb, Rukıyye ve Ümmü Külsûm başta olmak üzere 40 kişi Müslüman oldu. İslâm’ı kabul eden 38. kişi Peygamberimize hakaret eden Ebu Cehil’e haddini bildirdikten sonra Müslüman olan Hz. Hamza olurken İslâm’la şereflenen 40. ve son kişi ise Peygamberimize suikast yapmak isterken kalbi yumuşayarak doğru yolu bulan Hz. Ömer olmuştur. 

 

İslâm’ı kabul edenler yakın çevrelerindekilere de İslâm’ı anlatmış, böylece İslâm Mekke-i Mükerreme’de dalga dalga yayılmaya başlamıştır.

 

Peygamberimiz, üçüncü yılın sonunda kendisine “Sana emrolunanı açıkça söyle ve Allah'a ortak koşanlara aldırış etme” emrinin iletilmesiyle Mekkelileri açıktan İslâm’a davet etmeye başlamıştır.

 

Mekkeliler başlangıçta bu daveti önemsemeseler de sonradan İslâm’ın yayılışı hepsine korku salmış ve Hz. Muhammed'i bu işten vazgeçirmek için her yolu denemişlerdir. Ancak başarılı olamayınca Müslümanlara eziyetlerde bulunmuşlardır. Mesela Bilâl-i Habeşi'yi kızgın bir çöle yatıran ve vücudunun üzerine de taş koyan sahibinin bu işkencesine şahit olan Hz. Ebu Bekir, bu duruma çok üzülmüş ve acıdığı Bilâl-i Habeşi’yi satın alarak onu azad etmiş, özgürlüğüne kavuşturmuştur. Müslümanlar için eziyet artık katlanamaz bir boyut alınca Peygamberimizin, çok adil bir hükümdar olan Habeşistan'ın Hristiyan hükümdarı Necaşi'ye sığınmaları yönündeki tavsiyesine uyarak Habeşistan'ı ilk hicret ülkesi olarak İslâm tarihine geçirecek ilk hicret dalgası gerçekleşmiştir. Bunun karşısında paniğe kapılan Mekkeli müşrikler, Habeşi'ye elçi göndererek Müslümanların kendilerine iadesini istediler. Müslümanları geri istemek için Hükümdar Necaşi’ye Müslümanların Mekke’de terör faaliyeti yaptığını iddia edecek kadar alçaldılar. Muvaffak olamayınca bu sefer de Mekke’deki Müslümanların, Necaşi’nin dini Hıristiyanlık hakkındaki olumsuzluk addeden konuşmalarını hatırlatarak, Müslümanlar ile Hükümdar Necaşi’nin arasına fitne sokmaya çaba gösterdiler. 

 

İbn-i Hişam Siretinde olayı şöyle rivayet etmeye başlar: “İbn-i İshak dedi ki: Bana Muhammed b. Müslim ez- Zühri, Ebu Bekr b. Abdurrahman b. El-Haris b. Hişam el-Mahzumi’den, o da Ümm-ü Seleme bint-i Ebi Ümeyye b. El-Muğire’den –ki bu Resullulah (Sallahü Aleyhi ve Selem)’in zevcesidir. –Naklen haber verdi ki: Ümmü Seleme şöyle dedi: Habeş yurduna indiğimiz zaman, orada Necaşi’den hayırlı bir komşuluk gördük. Dinimizden emin olduk. Eziyet edilmeden, zorlanmadan Allah Teala’ya ibadet ettik. Bu haber Kureyş’e(Müşriklere) vardığı zaman, aralarında Necaşi’ye iki muhkem güçlü adam göndermeyi meşveret ettiler. (…) Bunun üzerine ikisi çıktılar ve Necaşi’nin yanına geldiler. (…) Ey Melik(Necaşi) sizin beldenize bizden sefih(!), ayaktakımı(!) çocuklar sığınmışlardır. Kavimlerinin dininden ayrılmışlar ve senin dinine de girmemişlerdir. İcad ettikleri bir dine girmişlerdir ki onu ne biz tanıyoruz ne de sen. Babaları, amcaları, aşiret ve kavimlerinin eşrafı bizi sana gönderdiler ki onları geri veresin. (…) Melikle konuşan Cafer b. Ebi Talib idi. Ona dedi ki: Ey Melik, biz cahiliye ehli bir kavim idik. Putlara ibadet eder, ölü hayvan eti yer, fuhuşlar yapar, hısım akraba hakkını gözetmez, komşularımızı unutur ve bizden kuvvetlinin zayıfı ezdiği bir kavim idik. İşte biz bu durumda iken Allah bize, bizden bir resul gönderdi (…) Bizi Allah’a çağırdı ki, onu birleyelim ve ona ibadet edelim ve bizim babalarımızın Allah’tan başka ibadet etmiş olduğumuz taşları, putları atalım terk edelim. (…) Bunun üzerine Necaşi ona dedi ki: (…)

 

- Sende peygamberinizin Allah’dan getirdiği şeylerden bir şey var mıdır?  Ümmü Seleme dedi ki:

 

Buna cevaben Cafer ona dedi ki:

 

- Evet. Bu sefer Necaşi ona dedi ki:

 

- Onu bana oku.

 

- Ümmü Seleme dedi ki: O da “Kaf Ha Ya Ayın Sad” Süresinin baş taraflarını okudu. Ümmü Seleme dedi ki:

 

- Vallahi, Necaşi bunu dinleyince ağladı ve hatta sakalı ıslandı. Onun âlimleri de ağladılar hatta kitabları ıslandı.

 

Meryem Sûresi'ni dinleyen ve "Sizinle aramızda ancak şu küçük çöp kadar fark var" diyen Kral Necaşi yine İbn-i Hişam Siretindeki rivayete dayanarak onlara dedi ki:

 

- Muhakkak bu ve İsa’ya gelen şey elbette bir kaynaktan çıkan nurdur. Gidiniz, Allah’a yemin olsun ki, onları size teslim etmiyorum ve böyle bir işe yanaşmam da”

 

Böylelikle Habeşistan'dan eli boş dönen Mekkeli müşrikler, Peygamberimize amcası Ebu Talib aracılığıyla eğer bu işten vazgeçerse kendisini Mekke'nin reisi yapacaklarını, Mekke'nin en güzel kızıyla evlendireceklerini, istediği kadar para ve mal vereceklerini iletince Peygamberimizden Ebu Talib aracılığıyla aldıkları cevap şu olacaktı:

 

“Allah şahidim olsun, bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verecek olsalar bu davadan vazgeçmem. Ya Allah bu dini üstün kılar ya da bu yolda ölürüm.”

 

Neticede son çare olarak Mekkeli müşrikler O'na kılıç çekmeyi planlasalar da Allah bu hain planı Cebrail aracılığıyla Peygamberimize bildirdi. Peygamberimiz de Hz. Ebu Bekir'le birlikte Mekke'den ayrılma planları yapmış ve tutulan suikastçiler evinin önüne kümelendikleri için evden gece ayrılma kararı almışlardır. Fakat bir sorun vardı ve Peygamberimizi öldürmek isteyenler de dahil olmak üzere kendisine mallarını emanet edenler mevcuttu. Peygamberimiz emanetlere böyle müşkül zamanlarda bile hıyanet etmeyecek kadar örnek bir kişiliğe sahipti. Emanetleri sahiplerine teslim etmesi için Hz. Ali'yi görevlendiren Hz. Muhammed'in yatağına Hz. Ali yatacaktı. Böylece sabah olduğunda suikastçiler eve giren veya evden çıkanla karşılaşamayınca eve girip Peygamberimizin odasına gelecekler ve tam O'nu öldürmek için hamle yapacaklar iken Hz. Ali'yi karşılarında bulacaklardı. Hz. Ali de onlara emanetlerini geri verecekti. Peygamberimiz, emanetleri sahiplerine teslim etmeden yanına gelmemesini Hz. Ali'ye sıkı sıkı tembihledikten sonra evin çıkış kapısına geçti. O esnada enteresan bir gelişme oluyordu. Kapının önünde bekleyen suikastçilerin uykuları gelmeye başlamıştı. O esnasında onlar esnerken Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübarek ellerine bir avuç toprak alarak müşriklerin üzerine serpti ve Yâ-sîn Suresi'nin ilk 8 ayetini okuyarak aralarından geçip gitti. İçlerinden hiçbiri onu görmedi. Sabah olduğunda kapının önünde uyuyakalmış olan suikastçiler evin kapısının önünde kimseyi girip çıkarken göremeyince evin kapısını kırıp içeriye girdiler. Peygamberimizin yatak odasına girdiklerinde yatakta Hz. Ali'yi bulup O'nu bir süre hapsettiler. Hz. Ali onlara emanetlerini teslim ettikten sonra Hz. Muhammed'le Hz. Ebu Bekir’e yetişti. Elbette ki haince planlar onların peşlerini hicret yolunda da bırakmayacaktı. Bunun farkında olan Peygamberimiz, hicret güzergahını değiştirdi. O günlerde Yesrib şehri sakinleriyle iyi temaslar kuran Peygamberimiz, bu şehre hicretini gerçekleştirdi. Artık Yesrib’in adı Medine olacaktı. Medine, kurulan İslâm medeniyetinin merkezi haline gelmiştir.

 

Hz. Muhammed, ticaretin çözüldüğü bir bedevi kabile toplumundan "dini bir imparatorluğa" geçişe önderliği Medine'de üstlenecekti. 

 

Bedevi Arap kabileleri arasında kanlı kavgaların, kervan soy­gunlarının sonu olmayan devirler korkunç bir kâbus gibi geride kalmıştı. Can ve mal güvenliğine aldırmayan küfür saltanatı, Hz. Muhammed'in Medine'de kurduğu İslâm Devleti'nin sarsılmaz temelleri karşısında çöküşe geçecekti. Buna da Medine bayraktarlık edecekti. 

 

İslâm, yalnızca bir hak yol olmakla kalmayacak, kabileleri ümmette birleştirecek ve kabileler arasındaki kavgaları bitirerek kan davalarını ayağının altına alacaktı. Artık mü'minler ümmet ekseriyetinde mü'minlerin kardeşi olacaktı. 

 

Bunun ilk adımı da Peygamberimizden sonra Medine'ye hicret eden Müslümanlar muhacir görülecek, Medineliler de ensar ilan edilerek muhacir-ensar kardeşliğinin kuruluşuyla atılacaktı. 

 

Toplumu ümmet kardeşliği içinde birleştiren İslâm, toplumun psikolojisini sarmalayıp, bü­yük bir kolektif enerjiyi ateşleyerek cihat yoluyla da küffar üzerine doğru atılmayı örgütlerken, tarihsel açıdan da toplumun kendi mücadelesiyle medeniyete sıçramasının manevi gücünü yaratmıştır. 

 

İslamiyet'in doğuşu ve gelişmesi, yalnızca bir ilahi devrim değil, aynı zamanda siyaset, ekonomi, toplum ve mülkiyet ilişkileri, hukuk, ideoloji ve toplum psikolojisi açısından ele alındığında yeni kurallar ve bir sistem ortaya koymuş ve aynı zamanda tarihsel açıdan da bir medeniyete geçiş devrimi olmuştur. 

 

İslamiyet, haksız kazancı ortadan kaldıran ticaret uygarlığına geçişin ideoloji ve kurumlarını getirmiş, ticaret, bilim, özel mülkiyet, devlet ve ordu kavramlarını düzenleyici bir devrim olmuştur. 

 

Bu devrim, tüm Arap Yarımadası'nı sarınca Mekkeli müşrikler Medine'ye savaş açtılar. Müşrikler ve Müslümanlar 624 yılında Bedir Gazvesi'nde karşı karşıya geldiler. Bu gazveyi Müslümanların kazanması müşrikleri çileden çıkardı. Ebu Cehil'in bu savaşta geberip gayya kuyusunu boylamasının öcünü yeni reisleri olan, küfür düzeninin savunucusu, aşiretçi sistemin lideri de en zengin tüccar Ebu Süfyan almak için planlar yapmaya başladı. Ayrıca yeni savaş, Ebu Süfyan'ın müşrikler nezdinde rüştünü de ispatlamasına yardımcı olacaktı. 

 

Ebu Süfyan'ın liderliğindeki müşrikler, Bedir hezimetinden 13 ay sonra tekrar Medine'ye karşı saldırıya geçtiler. 

 

Hz. Muhammed, yaptığı savaş planında Uhud Dağı'nın eteklerine okçu birliklerini yerleştirdi. Askerlerine, nasıl bir netice çıkarsa çıksın yerlerini asla terk etmemelerini tembihlerde bulundu. 

 

Peygamberimizin emirlerini harfiyen uygulayan Müslümanlar, başlangıçta muvaffak olup düşmanı bozguna uğratsalar da okçu birliklerinin peygamber emrini unutarak yerlerini terk etmeleriyle üstünlüklerini kaybettiler. O tarihlerde henüz Müslüman olmayan genç bir müşrik savaşçısı olan Halid bin Velid, Uhud Dağı'nın geçitlerinin terk edilmiş olduğunu görüp emrindeki müşrikleri bu geçitlerden geçirterek Müslümanlara arkadan bir karşı saldırı gerçekleştirdi. İki ateş arasında kalan Müslümanlar, zor durumda kaldılar. Ebu Süfyan'ın karısı Hind'in kölesi olan Vahşi de elindeki mızrakla Peygamberimizin sevgili amcası Hz. Hamza'yı şehit etti. Bu alçakça cinayet sonrası Vahşi kölelikten azad olsa da gelgelelim iflah olmaz bir pişmanlığın kölesi olmaktan kurtulamayan Vahşi, Peygamberimize ulaşıp O'ndan özür ve af dilemek istediyse de bu arzusunu ancak Mekke'nin fethi sonrası Müslüman olup Peygamberimizin karşısına çıkarak gerçekleştirebilecekti. Nitekim Uhud Savaşı’nda Peygamberimiz (asm) birkaç kâfire bedduâ etmişti. “Vahşî’ye niçin lanet etmiyorsun?” dediklerinde, buyurdu ki:

 

“Miracda, Hamza ile Vahşî’yi kolkola, birlikte cennete girerlerken görmüştüm!”

 

Hicretin sekizinci yılında, Mekke fethedildiği gün, Vahşî, Mekke’den kaçtı. Bir zaman uzak yerlerde kaldı. Sonra pişman olup, Medine’de mescide gelip, selam verdi. Resulullah Efendimiz selamını aldı. Vahşî dedi ki:

 

- Ya Resulallah! Bir kimse Allah'a ve Resulüne düşmanlık yapsa, en kötü, en çirkin günah işlese, sonra pişman olup temiz iman etse, Resulullahı canından çok seven biri olarak, huzuruna gelse, bunun cezası nedir?

 

Resulullah Efendimiz buyurdu ki:

 

- İman eden, pişman olan affolur. Bizim kardeşimiz olur.

 

- Ya Resulallah! Ben iman ettim. Pişman oldum. Allah Teâlâ'yı ve Onun Resulünü her şeyden çok seviyorum. Ben Vahşî’yim.

 

Resulullah Efendimiz, Vahşî adını işitince, Hz. Hamza’nın şehit edilmiş hâli gözünün önüne geldi. Gözleri yaşlandı.

 

Vahşî, öldürüleceğini anlayarak kapıya yürüdü. Eshab-ı kiram kılıçlarına sarılmış, işaret bekliyordu. Vahşî, “Son nefesimi alıyorum!..” derken, Cebrail aleyhisselam geldi. Allah Teâlâ buyurdu ki:

 

- Ey Sevgili Peygamberim! Bütün ömrünü puta tapmakla, kullarımı bana düşman etmeye uğraşmakla geçiren bir kâfir, bir kelime-i tevhid okuyunca, ben onu affediyorum. Sen, amcanı öldürdü diye Vahşî’yi niçin affetmiyorsun? O pişman oldu. Şimdi sana inandı. Ben affettim. Sen de affet!..

 

Herkes, "Öldürün!" emrini beklerken, Resulullah Efendimiz buyurdu ki:

 

- Kardeşinizi çağırınız!..

 

"Kardeş" sözünü işitince, saygı ile çağırdılar. Peygamber Efendimiz Vahşî’ye, “affolunduğunu” müjdeleyerek buyurdu ki:

 

- Fakat, seni görünce dayanamıyorum, elimde olmadan üzülüyorum.

 

Hz. Vahşî, Resulullah'ı üzmemek için, bir daha yanına gelmedi. Mahcup, başı önünde yaşadı. Aynı mızrak ve okla peygamberlik iddiasında bulunan Yalancı Müseyleme’yi öldürdü ve ettiği büyük hizmetle Hz. Hamza hadisesinin diyetini ödedi. Artık O; Vahşi değil, Hz. Vahşi olmuştu. Hz. Osman zamanında vefat ederek darül bekâya intikal etti. 

 

Yine Mekke'nin fethi, Ebu Süfyan'ın da hidayete ermesine vesile olacaktı. Halid bin Velid ise daha önceleri, Hendek Gazvesi'nden sonra Müslüman olacaktı. 

 

Müslümanlar Uhud şehitlerini defnetmekle meşgulken Müslümanların Uhud kayalığına çıktığını gören Ebu Süfyan da bir takım müşriklerle başka bir yoldan üst tarafa çıkıp ansızın üzerlerine hücum etmek istedi. Müslümanlar üzerlerine taş atarak müşriklerin dağa çıkmasına mani oldular.

 

Ebu Süfyan Resulullah Aleyhisselâm’ın sağ olup olmadığı hakkındaki şüphesini gidermek için müslümanlara karşı üç kere “İçinizde Muhammed var mı, sağ mı?” diye bağırdı. Resulullah Aleyhisselâm cevap verilmemesini söyledi. Ebu Süfyan “Ebu Bekir sağ mı, Ömer sağ mı?” diye üç kere tekrarladı. Karşılık verilmeyince, ordusuna dönerek “Hepsi ölmüş!” dedi. Sevindiler.

 

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayanamayıp “Ey Allah’ın düşmanı! Vallahi yalan söylüyorsun!” dedi. Ashab da bunu tekrarladı. Ebu Süfyan “Bizim Uzzâ putumuz var, sizin yok!” diye seslendi. Resulullah Aleyhisselâm ashabına “Buna cevap vermeyecek misiniz?” buyurdu. “Ne diyelim?” dediler. “Allah bizim sahibimizdir. Sizin sahibiniz ve Mevlânız yoktur deyiniz.” buyurdu. Onlar da bunu aynen söylediler.

 

Bizim mevlâmız var, biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz.

 

Uhud Gazvesi'nden iki yıl sonra Mekkeli müşrikler, Müslümanlara son darbeyi vurmak için tekrar hazırlık yaptılar. Bu kez Müslümanlar İran asıllı bir sahabe olan Selman-ı Fârisî’nin ortaya attığı hendek fikrini savaş planı olarak devreye soktu. Medine'nin çevresine hendekler kazıldı. Peygamberimiz, Hendek Savaşı sırasında Bizans'ın, İran'ın ve Yemen'in fetholunacağını haber vermiştir. 

 

Medine'ye hücum eden putperest müşrikler ve Yahudi kabilelerin ittifakı hendekleri aşamadıkları için şehre giremediler. Kur’ân-ı Kerîm’de kullanılan “ahzâb” (hizipler, gruplar) tabirinden dolayı bu savaşa Ahzâb Gazvesi adı da verilir. 33. sûrenin 20 ve 22. âyetlerinde, Medine’yi kuşatmaya gelen müttefik düşman kuvvetlerinden “ahzâb” şeklinde bahsedilmekte, bazı âyetleri söz konusu savaş hakkında nâzil olan sûre de adını bu kelimeden almaktadır.

 

Bu savaştaki hendek savunması için yapılan hendek kazıları esnasında Peygamberimiz, kendisi için kurulan “Kubbetüt Türkiyye” adlı bir çadırdan çıkıp bizzat kazı çalışmalarında bulundu (İbn Sa‘d, IV, 83).

 

Birkaç haftada tamamlanan hendek kazma işinden hemen sonra muhtemelen 10-12.000 kişiden oluşan düşman ordusu Medine’ye ulaştı ve karargâhını şehrin kuzeyinde Uhud Savaşı’nın yapıldığı alanda kurdu; müşriklerin sancağını Benî Abdüddâr’dan Osman b. Talha taşıyordu. Müslüman askerlerin sayısı ise 3000 kadardı ve muhacirlerin sancaktarı Zeyd b. Hârise, ensarınki de Sa‘d b. Ubâde idi. Resûl-i Ekrem kadınlarla çocukların, yiyecek ve içeceklerin, değerli eşyaların ve hayvanların şehirde bulunan en müstahkem binalarda toplanmasını ve ordunun Sel‘ dağı eteklerinde karargâh kurmasını emretti. Kendisi de çadırını Zûbâb dağından bugün Fetih Mescidi’nin bulunduğu yere nakletti. Kureyşliler ve müttefikleri böyle bir hendekle karşılaşacaklarını hiç düşünmedikleri için şaşırıp kaldılar. Zira hendekler, düşman süvarilerini hücumdan caydıracak bir genişliğe sahipti ve gece gündüz müslüman birlikler tarafından kontrol altında tutuluyordu. Daha önce Hayber’e sürülmüş olan Benî Nadîr’e mensup bir heyet, Medine’de oturan ve müslümanlarla arası iyi olan Benî Kurayza yahudilerine gidip onları müslümanlara karşı hücuma geçmeye ikna etti. Durumu öğrenen Hz. Peygamber hemen tedbir aldı ve birkaç yüz kişiden oluşan iki birlik göndererek yahudi mahallelerinin etrafını kuşattı. Öte yandan Gatafân ve Fezâre kabileleriyle birlikte gelen paralı askerlerle ayrı bir anlaşma yapmak üzere onlara bir heyet gönderdi; fakat istedikleri aşırı ücret yapılan bir toplantıdan sonra reddedildi. Bu arada Benî Eşca‘ kabilesinin reisi Nuaym b. Mes‘ûd müslüman olmuş ve bunu henüz kimse duymamıştı. Nuaym, Resûl-i Ekrem’in isteği üzerine Benî Kurayza yahudilerine gitti ve kendilerine Medineli olmayan müttefiklerin yurtlarına dönünce yalnız kalacaklarını, onlardan savaşacaklarına ve kuşatmayı kaldırmayacaklarına dair söz vermelerini, güvence için de Kureyş’ten rehin istemelerini tavsiye etti. Sonra da müttefik ordugâhlarına giderek yahudilerin gizlice Hz. Peygamber’le anlaştıklarını, Kureyş’in bazı ileri gelenlerini rehin alıp ona götürmeye karar verdiklerini söyledi; aynı haberleri müslümanlar arasında da yaydı. Böylece düşman saflarında ortaya çıkan ihtilâf Benî Kurayza yahudilerinin saf dışı kalmaları sonucunu doğurdu. Muhasara esnasında hendeğin her iki yanında bulunan taraflar birbirlerine ok ve taş yağdırmaktaydı. Müşrikler hendeği geçebilecek dar alanlar arıyor ve hücumlarını yoğunlaştırıyordu. İslâm ordusu, bir yandan düşmanların başka bölgelerden şehre sızmasına engel olmaya, bir yandan da onları hendek boyunca etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Müşrikler aralarında nöbetleşerek hücuma geçiyorlar, bu birliklere sırasıyla Ebû Süfyân b. Harb, Hübeyre b. Ebû Vehb, İkrime b. Ebû Cehil, Dırâr b. Hattâb, Hâlid b. Velîd ve Amr b. Âs gibi ünlü savaşçılar kumanda ediyorlardı. Bir gün Hz. Peygamber’in çadırı müşrikler tarafından yoğun biçimde ok yağmuruna tutulmuş, ancak ashabın ok ve taşlarla karşılık vermesi üzerine saldırı başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu sırada Kureyş süvarilerinden İkrime b. Ebû Cehil, Nevfel b. Abdullah, Hz. Ömer’in kardeşi Dırâr b. Hattâb, Hübeyre b. Ebû Vehb ve Amr b. Abdüved hendeğin dar bir yerinden İslâm ordusunun bulunduğu tarafa geçtiler. Araplar arasında cesaretiyle şöhret kazanan Amr b. Abdüved mübâreze için bir savaşçı istedi. Henüz genç yaşta bulunan Hz. Ali mübâreze için onun karşısına çıktı. Resûl-i Ekrem Ali’ye kılıcını verdi ve sarığını sardı. Amr, başlangıçta küçümsediği Hz. Ali tarafından bir kılıç darbesiyle yere serildi. Onunla birlikte hendeği geçenler de geri çekilmek zorunda kaldılar. Nevfel b. Abdullah ise hendeğe düşerek gayya kuyusunu boyladı. 

 

Esasen müşrikler kısa sürecek bir savaş için hazırlanmışlardı ve işin uzaması hem savaşçıların hem de binek hayvanlarının yiyecek kaynaklarının tükenmesine sebep oluyordu. Bu arada Hayber yahudilerinin gönderdiği yirmi deve yükü yiyecek maddesi ve hayvan yemi müslümanların eline geçti. Ayrıca hava da iyice soğumuştu; Medine’nin şiddetli soğuğu Mekkeliler’i güç durumda bırakıyordu. Şiddetli bir rüzgâr onların mukavemetini iyice kırmış ve müşrikler paniğe kapılmıştı. O sıralarda şevval ayının sonuna gelinmişti; haram aylardan zilkade girmek üzereydi ve hac mevsimi başlayacaktı. Kureyş ordusu kumandanı Ebû Süfyân, bu şartlar altında sonuç alınamayacağını anlayıp Mekke’ye dönmek üzere kuşatmayı kaldırdı; parayla tutulmuş askerler de çekilip gitmekten başka çare bulamadılar.

 

Müslümanlar Hendek Gazvesi’nde büyük sıkıntılara mâruz kalmış ve kalabalık düşman ordusu karşısında endişeye kapılmışlardı. Hiçbir olayda namazını geçirmeyen Hz. Peygamber’in kuşatma sırasında öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını geceleyin hep birden eda etmek zorunda kalması onun ve ashabının çok zor şartlar altında mücadele verdiklerini gösterir. Kur’ân-ı Kerîm, müttefik birliklerin gelişini ve bunun karşısında bazı müslümanların nasıl endişeye kapıldıklarını şu âyetlerle tasvir eder: “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi. Onlar hem yukarınızdan hem de aşağı tarafınızdan üzerinize yürüdükleri, gözler yıldığı, yürekler gırtlağa dayandığı ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşündüğünüz zaman, işte orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğramışlardı. O zaman münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar, ‘Meğer Allah ve resulü bize sadece kuru vaadlerde bulunmuşlar’ diyorlardı” (el-Ahzâb 33/9-12); “Allah, o inkâr edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfkeleriyle geri çevirdi. Allah’ın yardımı savaşta müminlere yetti. Allah güçlüdür, mutlak galiptir” (el-Ahzâb 33/25).

 

İslâm tarihinde bir dönüm noktası olan Hendek Gazvesi’nde altı müslüman (Sa‘d b. Muâz, Enes b. Evs, Abdullah b. Sehl, Tufeyl b. Nu‘mân, Sa‘lebe b. Ganeme ve Kâ‘b b. Zeyd) şehid oldu; sekiz düşman askeri öldürüldü. Hicretten sonra başlayan Kureyşli müşriklerin Medine’ye karşı saldırıları Hendek Gazvesi’yle son bulmuştur. Hz. Peygamber bu gazveden sonra savaş taktiğini değiştirdi ve müslümanlara saldırı hazırlığı içinde olan düşman kuvvetlerine onlardan daha erken davranıp hücum etmeye karar verdi. Nitekim Resûl-i Ekrem, Hendek Gazvesi’nden hemen sonra Benî Kurayza yahudilerinin üzerine yürümüştür. 

 

Hendek zaferinin ardından Peygamberimiz ve Müslümanlar, Mekke'ye giderek Kâbe'yi ziyaret etmek istediler. Tam bu süreçte Hicret'in 6.yılına girilmişti. Fakat Mekkeli müşrikler buna engel olmaya çalıştı. Peygamberimiz de Mekke yakınlarında konakladığı sürede müşriklerle Hudeybiye Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşmaya göre taraflar birbirlerinin düşmanlarına yardım etmeyecek, bir Mekkeli müşrik Müslüman olup Medine'ye sığınırsa Medine'ye alınmayıp Mekke'ye iade edilecek, fakat bir Medineli Müslüman yolundan dönüp Mekke'ye sığınırsa Medine'ye iade edilmeyip Mekke'ye alınabilecek, 10 yıl boyunca taraflar birbirleriyle savaşmayacak, Müslümanlar o yıl Kâbe'yi ziyaret etmeyip ertesi yıl Kâbe'yi ziyaret edebilecekti. Resulullah, anlaşmanın kaleme alınması işini Hz. Ali'ye verdi. Kureyşliler Hz. Ali’nin Bismillahirrahmanirrahim yazısı ile başlamasına razı olmayıp sadece Allah adıyla yazılmasının kabul ettiler.

 

Bu şartlar çok ağır olmasına rağmen Hz.Muhammed (SAV) anlaşmayı kabul etmiş ve adını (Feth-i Mübin) demişti. Hakikatten sonradan gelişen olaylar Hz. Peygamberin uzağı çok iyi gördüğünü gösterdi. Bu anlaşmanın da Müslümanların lehine işlediği anlaşıldı. Dönüşlerinde Fetih Suresi nazil olarak Müslümanlara büyük fetih ve zafer müjdeledi.

 

Ancak Mekkeli müşrikler, anlaşmanın üzerinden iki yıl geçmişken antlaşmayı bozdular. Üstelik Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) yeniden yaptığı sulh tekliflerini de dikkate almadılar. Daha sonra ise büyük bir korkuya kapılarak liderleri olan Ebû Süfyân’ı Medîne-i Münevvere’ye gönderdiler.

 

Medîne’de hiç kimse Ebû Süfyân’a yüz vermedi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in zevcesi Ümmü Habîbe vâlidemiz, Ebû Süfyân’ın kızı olduğu hâlde, evine kadar gelen babasının oturmak istediği minderi altından çekip aldı. Ebû Süfyân hayretle:

 

“–Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin?” diye sordu.

 

Ümmü Habîbe vâlidemiz:

 

“–Bu minder, Rasûlullah Efendimiz’e âittir. Sen necis bir müşrik olduğun için, ona oturmaya aslâ lâyık değilsin!” cevâbını verdi.

 

Ebû Süfyân işittiği bu cümleler karşısında âdeta dondu kaldı:

 

“–Kızım, sen bizden ayrılalı bir acâyip olmuşsun!” dedi.

 

Ümmü Habîbe vâlidemiz:

 

“–Hayır, Allah beni İslâm ile şereflendirdi.” diyerek îman muhabbetinin her şeyin üzerinde olan ulvî değerini ifâde etti. (İbn-i Hişâm, IV, 12-13)

 

Hz. Muhammed, çevredeki Müslüman kabilelere de haber göndererek savaşa hazır olmalarını söyledi. Ardından yaklaşık 10.000 kişilik bir ordu kuruldu ve Hz. Muhammed, Hicret'in 8. yılında, Ramazan ayının 13. günü Medine'den yola çıktı (4 Ocak 630). Bu, o zamana kadar toplanmış en büyük Müslüman kuvvetti.

 

On günlük bir yolculuğun ardından Müslüman ordusu Mekke yakınlarına geldi. Hz. Muhammed, Mekkelilere ordunun büyüklüğünü abartı göstermek için herkese ateş yakmasını emretti. Kısa sürede 10.000'den fazla ateş yakıldı. Ateşleri gören putperest paganlar dehşete kapıldı. 

 

Hz. Muhammed’le görüşmeye giden Ebû Süfyan ve beraberindekiler, bir gece vakti bu vazifeyi yerine getirmek üzere Mekke'den çıktılar. İslâm ordusu karargâhına yaklaştıkları bir sırada mücahidler tarafından yakalandılar. O esnâda Hz. Abbas imdadına yetişmeseydi mücahidler tarafından epeyce hırpalanacaktı.

 

Hz. Abbas, Ebû Süfyan'ı alıp Peygamber Efendimizin yanına getirdi. Arkasından Hz. Ömer de eli kılıcının kabzasında Huzur-u Saadete girdi ve şu teklifi yaptı:

 

"Yâ Resûlallah! Allah, Ebû Süfyan'ı akidsiz ve ahidsiz ele geçirmek imkân ve fırsatını verdi. Müsaade buyur da boynunu vurayım."

 

Hz. Abbas müdahale etti:

 

"Yâ Resûlallah! Ben, ona emân vermiş bulunuyorum!"

 

Fakat Hz. Ömer, bu isteğinden vazgeçmedi. Aynı teklifini tekrarlayıp durdu.

 

Hz. Abbas, "Ey Ömer! Yeter! Vallahi, Ebû Süfyan, Adiyy bin Ka'boğullarından (Hz. Ömer kabilesi) olsaydı böyle söylemezdin." deyince, Hz. Ömer bütün celâletiyle "Ey Abbas! Vallahi, babam Hattab hayatta olup da Müslüman olsaydı, ona, senin Müslüman olduğun gün, Müslüman oluşuna sevindiğim kadar sevinmezdim. Zira, biliyorum ki, Resûlullah da babam Hattab Müslüman olsaydı, senin Müslüman oluşuna sevindiği kadar sevinmezdi." diye cevap verdi.

 

Bu ufak münakaşayı Peygamber Efendimiz, "Ey Abbas! Ebû Süfyan'ı konak yerine götür! Sabahleyin yanıma getir." sözleriyle sona erdirdi.

 

Sabah olunca Hz. Abbas, Ebû Süfyan'ı Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına getirdi. Resûl-i Ekrem,

 

"Ey Ebû Süfyan! Henüz 'Lâ ilâhe İllallah' diyeceğin vakit gelmedi mi?" diye sordu.

 

Ebû Süfyan zavallıca bir cevap verdi:

 

"İyi ama bu kadar putları ne yapayım? Lât ve Uzza'dan nasıl vazgeçeyim?"

 

Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin çadırı arkasında bekliyordu. Ebû Süfyan'ın bu sözlerini duyunca hiddetle,

 

"Duâ et ki, çadırın içindesin. Dışında olsaydın, asla bu sözü söyleyemezdin." diye konuştu.

 

Ebû Süfyan, "Yâ Ömer! Yazıklar olsun sana! Sen de baban gibi sertsin. Hem sonra ey Hattab'ın oğlu, ben sana gelmiş değilim. Amcamın oğluna gelmişim. Onunla konuşacağım. Bırak da konuşalım." dedi. Peygamber Efendimize hitaben de şöyle dedi:

 

"Babam, anam sana fedâ olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta, şereflilikte ve akraba hakkını gözetmede senden daha üstünü yoktur."

 

Sonra bir müddet düşündü durdu. Bu düşünce onu bir nebze olsun hakka yakınlaştırdı. Şu itirafı yapmaktan kendini alamadı:

 

"Vallahi, sanırım ki, Allah'tan başka ilâh olmasa gerek. Çünkü, Allah'la birlikte başka ilâh da bulunmuş olsaydı, elbette beni zararlardan korur, iyiliklerden de faydalandırırdı.”

 

Peygamber Efendimiz, bu sözlerinden onun "Lâ ilâhe illallah" gerçeğini kabul ettiğine kanaat getirdi. Bu defa da,

 

"Ey Ebû Süfyan 'Muhammedün Resûlullah' diyeceğin zaman daha gelmedi mi?" diye sordu.

 

Ebû Süfyan bir an durakladı. İçindeki düğümü tam mânâsıyla çözemiyordu. Nereden geldiğini bilmediği bir şüphe vardı içinde. 

 

"Yâ Muhammed," dedi, "bunun için bana biraz müddet tanı. Zira, bundan dolayı zihnimde biraz şüphe var."

 

Bu esnâda Hz. Abbas söze karıştı:

 

"Ey Ebû Süfyan," dedi, "yazıklar olsun sana! Aklını başına topla! Ne yaptığının farkında mısın? Boynun vurulmadan önce, Müslüman ol! Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resûlü olduğuna şehâdet getir!"

 

Bunun üzerine Ebû Süfyan şehâdet getirip Müslüman oldu.

 

Hz. Abbas, Peygamber Efendimiz’den Ebû Süfyan için bir imtiyaz tanımasını istedi.

 

"Yâ Resûlallah" dedi, "Ebû Süfyan üstün tanınmayı, övülüp sevilmeyi seven bir insandır. Ona iftihar vesilesi olacak bir imtiyaz verseniz."

 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Olur" buyurdu ve ilâve etti:

"Kim, Ebû Süfyan'ın evine girerse emindir."

Ebû Süfyan, "Evimin ne genişliği vardır ki?" diyerek Peygamber Efendimizden bu lütfunu genişletmesini istedi.

Bu sefer Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Kim Kâbe'ye girer, sığınırsa, o emindir!" buyurdu.

Ebû Süfyan buna da kanaat etmedi. "Kâbe'nin ne genişliği vardır ki?" dedi.

O zaman Peygamber Efendimiz, "Kim, Mescid-i Harama girer, sığınırsa emindir" buyurdu.

Ebû Süfyan bu ihsan dairesinin daha da geniş tutulmasını istiyordu: "Mescidi Haram'ın ne genişliği var ki?" diyerek buna da kanaat getirmedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz lütuf ve ihsanının dairesini en geniş bir şekilde tuttu:

"Kim, kapısını üzerine kapayıp evinde oturursa ona emân verilmiştir.”

 

Ebû Süfyan'ın artık bu hususta taleb edecek bir şeyi kalmamıştı, "İşte bu geniştir." diyerek memnuniyetini izhar etti.

 

Ebû Süfyan'ın İslâm Ordusunu Seyredişi

 

Resûl-i Ekrem, Ebû Süfyan'ın hemen çıkıp Mekke'ye gitmesine müsaade etmedi. Her ne kadar îmân etmişse de müşrik ileri gelenlerinin tesiri altında kalıp İslâm ordusuna karşı bir hareket hazırlığı içine girebilme ihtimali vardı. Bu düşünceye fırsat verilmemeliydi. Ebû Süfyan, İslâm ordusunu görmeli idi. Tâ ki, bu orduya karşı koyacak güç ve kuvvetin asla Kureyş müşriklerinde bulunmadığı kanaatı kendisinde tamamıyla teşekkül etsin. Azametli orduyu görmeli idi ki, kendilerine bir şey kazandırmayacak, sadece kanlarının akıp gitmesine sebebiyet verecek bir karşı koyma hareketine girişmeyi akıllarından geçirenlere nasihat etsin, onları bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalışsın.

 

Bunun için Peygamber Efendimiz, Hz. Abbas'a şu emri verdi:

 

"Ey Abbas! Ebû Süfyan'ı vadinin daraldığı, atların sıkışa geldiği dağ boğazının yanına götür de Allah ordusunun ihtişamını görsün.”

 

Hz. Abbas bu emr-i Nebevî üzerine Ebû Süfyan'ı vadinin en dar, geçişe en hakim yerine götürdü.

 

Ebû Süfyan, hayret ve haşyet içinde kol kol geçen muazzam İslâm ordusunu seyrediyor ve onların kim olduğunu teker teker Hz. Abbas'a soruyordu. Hz. Abbas da gereken izahatı veriyordu. Ebû Süfyan'ın gözleri, nuranî dalgalar halinde akan mücahidler karşısında kamaşıyordu.

 

Mekke'de öldürmeye karar aldıkları sırada ellerinden Allah'ın hıfz ve inâyeti ile kurtulan Hz. Muhammed nasıl böyle on binlerin kalb ve ruhunu fethetmiş ve etrafında birer pervane gibi döndürmeye başarabilmişti? Daha düne kadar kendi saflarında ona karşı savaşanlar, şimdi ona sadakât elini uzatmışlar, onun muhabbetinde erimişler, onun derdiyle hemdert, sevinciyle mesrur, elemiyle müteellim olmuşlardı.

 

Dalga dalga geçen alaylar, taburlar arasında Ebû Süfyan olanca dikkatiyle Hz. Resûlullahı arıyordu. Her alay, her kol geçtiğinde Hz. Abbas'a "Muhammed (a.s.m.) geçti mi?" diye soruyordu. Onun geçişinin bir başka azamette, ihtişamda olacağını biliyordu.

 

Nihâyet, Resûl-ü Kibriyâ Efendimizin arasında bulunduğu tepeden tırnağa silahlanmış alay geliyordu. Kâinatın Efendisi, kendisine mahsus azamet, heybet ve vakarı ile devesi Kasvâ'nın üzerindeydi. Etrafını Ensar ve Muhacirler almıştı. Sancağı, Ensardan Sa'd bin Ubâde Hazretlerinin elindeydi. Ebû Süfyan'ın önünden tüylerini ürpertircesine, tir tir titrercesine geçiyorlardı.

 

Ebû Süfyan merakla, "Sübhanallah, kimdir bunlar ey Abbas?" diye sordu.

 

Hz. Abbas, "Resûllullah ile Ensar ve Muhacirler" diye cevap verdi.

 

Ebû Süfyan'ın dehşeti daha da arttı, ürpermesi kat kat yükseldi, kendisini tutumayarak şöyle dedi:

 

"Kardeşinin oğluna ne kadar büyük bir saltanat verilmiş! Hiçbir hükümdarda görmediğim bir saltanat."

 

Hz. Abbas, "Bu saltanat değil, peygamberliktir." diyerek Ebû Süfyan'ın yanlışını düzeltti.

 

Ebû Süfyan da, "Evet, peygamberliktir.” diyerek kanaatını düzeltti.

 

Ebû Süfyan artık, bu haşmetli, nuranî, bir tek kalb halinde çarpan, tek el halinde kalkan, tek ses halinde yükselen orduya kimsenin kolay kolay karşı koyamayacağını, bunun kendilerinin de haddi olmadığını iyice anlamıştı.

 

"Ey Abbas! Ben şu âna kadar, böyle bir ordu, böyle bir cemâat görmedim." dedi.

 

Bundan sonradır ki, Mekkeli müşriklere hem haber vermek hem de karşı koymak gibi bir basiretsizliğe teşebbüs etmelerine mani olmak ve bu hususta nasihatta bulunmak üzere Ebû Süfyan'ın Mekke'ye gitmesine müsaade edildi.

 

Sür'atle Mekke'ye varan Ebû Süfyan, Müslüman olduğunu açıkladı. Sonra da, 

 

"Ey Kureyşliler! İşte Muhammed! Karşı koyamayacağınız kadar büyük bir orduyla yanı başınıza gelmiş bulunuyor! Müslüman olunuz da selâmete eriniz." diye yüksek sesle hitap etti.

 

Sonra da,

 

"Kim, Ebû Süfyan'ın evine girer sığınırsa, o emindir! Kim, evine girip kapısını üzerine kaparsa o emindir! Kim, Mescid-i Harama girer sığınırsa, o emindir." diye olanca sesiyle bağırdı.

 

Ebu Süfyan, Müslüman olduktan sonra Taif ve Suriye seferine katılırken Yermük Savaşı'nda da bulundu. Taif seferinde bir gözünü kaybetti. Çıkan gözünü alıp Rasulullah (s.a.v.)'in yanına gelip Allah'ın izniyle yerine koymasını ve iyileştirmesini istedi.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.): "Ya Eba Sufyan! Hangisini istersin? Eğer dilersen, dua edeyim, gözün yerine gelsin. Eğer dilersen Allahu teâlâ, Cennette sana bir göz versin" buyurdu.

Ebu Sufyan; Ya Rasulullah! Cennette göz verilmesini isterim dedi ve avucundaki çıkmış gözünü yere attı ve üstüne basıp çiğnedi. Yermuk savaşında da diğer gözü isabet aldı. Yermuk seferinde İslâm ordusunun kâss'ı (teşvikci) olduğu ve askerleri şu sözleriyle teşcî ettiği belirtilir: "ey Allah'ın nusret ve yardımı, yaklaş! "Allah! Allah! Sizler Arab'ın hâmileri ve İslâm'ın yardımcılarısınız, karşınızdakiler ise Rumun hamileri ve müşriklerin yardımcılarıdır. Allahım, bu gün senin günlerinden biridir. Allahım kullarına yardım ve nusretini indir." Her iki gözünü de kaybedince, onu bir azadlısı yedmiştir. 

652 yılında Medine'de vefat etti. 

 

Bu arada Mekke'ye giriş yapan İslâm ordusu büyük bir direnişle karşılaşmadı. Halid bin Velid’in komutasındaki 4. kol, İkrime bin Ebu Cehil önderliğindeki küçük bir saldırıyı geri püskürttü.

Hz. Muhammed (a.s.), Mekke’ye girer girmez genel af ilan edildiğini bildirdi ve Ebu Süfyan’a bildirdiği şekilde, kimseye dokunulmayacağını ilan etti. Ardından içerisinde 360 put bulunan Kâbe’ye yöneldi. İsra Suresi’nin 81. âyetini okuyarak putları birer birer devirdi. Daha sonra da beraberindeki Müslümanlarla Kâbe’yi tavaf etti.

Fetihten hemen sonra Hz. Muhammed (a.s.), Kâbe’de ilk hutbesini verdi. Müslümanların karşısındaki en büyük güç ortadan kalktı. Mekke’nin fethi İslam Devleti’ne büyük itibar kazandırdı. Arap Yarımadası’nda İslam hızla yayılma imkânı buldu.

Müslümanlar, Mekke’yi fethettikleri gün, sabaha kadar tekbîr ve tehlîl getirdiler, devamlı olarak Kâbe’yi tavâf ettiler. Bunu gören Ebû Süfyân, zevcesi Hind’e:

“–Sen bunun Allâh’tan olduğu kanaatinde misin?” diye sordu. Hind:

“–Evet! Bu, Allâh tarafından olan bir iştir!” dedi.

Ertesi gün Ebû Süfyân, erkenden Resûlullâh’ın yanına gitti. Allâh Resûlü ona akşam hanımıyla arasında cereyân eden konuşmayı nakletti. Ebû Süfyân:

“–Şehâdet ederim ki, Sen Allâh’ın Resûlü’sün! Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, bu sözümü Allâh ile Hind’den başkası işitmemiştir!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 296)

Bu sırada Kureyşliler, Mescid-i Harâm’a dolmuş, haklarında verilecek hükmü bek­liyorlardı. Allâh Resûlü, sâdece oradakilere değil, bütün in­sanlığa şâmil olan şu cihanşümûl hutbesini îrâd buyurdu:

 

“Allâh’tan başka ilâh yoktur. Yalnız O vardır. O’nun hiçbir nazîri ve şerîki yoktur. Allâh, vaadini yerine getirmiş, kuluna yardım etmiş ve bütün düşmanlarımızı dağıtmıştır. Kâbe hizmeti ve hacılara su dağıtma işi dışında bütün eski gelenek ve görenekler, mal ve kan dâvâları, bugün şu iki ayağımın altındadır.

 

Ey Kureyşliler!

 

Allâh, sizden câhiliyet gurûrunu, babalarla, soylarla (övünüp) kibirlenmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.

 

(Efendimiz, bu ifâdelerin ardından şu âyet-i kerîmeyi okudu:)

 

«Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi (kibre kapılıp da övünmeniz için değil) birbirinizle tanışasınız diye milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allâh katında en üstün olanınız, muhakkak ki O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz ki Allâh, bi­lendir, her şeyden haberdardır.» (el-Hucurât, 13)” (İbn-i Mâce, Diyât, 5; Ahmed, II, 11; Tirmizî, Tefsîr, 49/3270)

 

Artık Mekke-i Mükerreme, Hudeybiye’nin bir müjdesi olarak, af, sulh, emniyet ve hidâyetin içiçe olduğu rûhânî bir fetihle asıl sâhiplerine, yâni ciğerpârelerine sînesini açmıştı. Bin bir ıztırap, zulüm ve meşakkatlerle dolu Mekke hasreti de artık sona ermişti. Yılların hüznü sürûra inkılâb etmişti. İşte bunun büyük bir şükrânesi olarak, târihin en büyük affını sergi­lemek üzere Allâh Resûlü Mekke halkına:

 

“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu. Kureyşliler:

 

“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, ke­rem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.

 

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:

 

“–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi:

 

«…Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allâh sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” bu­yurdu.

 

Bir diğer hitâbında da:

 

“–Bugün merhamet günüdür. Bugün Allâh’ın, Kureyşlileri İslâmiyet’le güçlendire­ceği, üstünleştireceği bir gündür.” buyurdu.

 

Bunun netîcesinde, fetihten önce birçok Müslümanın malına ve cânına kıymış olan kimseler bile, hidâyet şerefine erdiler. Allâh Teâlâ, Kureyş müşriklerini Resûlü’nün eline düşürmüş, ona boyun eğdirmişti. Resûlullâh da onları affetmiş ve serbest bırakmıştı. Bu sebeple Mekkelilere “Tulekâ”, yâni “âzâd edilenler” adı verildi.

 

Mekkeliler, Hazret-i Peygamber’in bütün insanlığa nu­mûne olarak sergilediği af bayramının sürûrunu yaşarken öğle vakti girmişti. Resûlullâh, her zaman olduğu gibi yine ezân okuması için Hazret-i Bilâl’e emretti. Hazret-i Bilâl, bir zamanlar köle olarak akıl almaz işkencelerle “Ehad, Ehad” diye inlediği günleri hatırladı. Artık zulüm zevâle ermişti. Şimdi hür idi ve zafer kazanmış bir îmân ordusu ile Mekke’de idi. Allâh’a şükrederek Kâbe-i Muazzama’nın üstüne çıktı. Yakıcı nağmelerle ezâna başladı. Öyle içli ve yanık bir ezân okuyordu ki, bütün Mekke dağları ve semâsı bu ulvî sadâ ile yankılanıyordu. Gökler mütebessim, yerler mesrûr oldu. O gün okunan ezân-ı Muhammedî, mü’minlere ebedî bir hâtıra idi. Bu man­zarayı gören müşriklerden birkaçı:

 

“–Yazıklar olsun bize!.. Köleler kadar da olamadık! Onlar nerelere ulaştı, bizler ne hâlde kaldık?” diye önceden yaptıklarına, yâni o âna kadar hakîkatten gâfil kalmalarına hayıflandılar.

 

Bu kutlu zaferden sonra Peygamberimiz, muzaffer bir komutan olarak Medine'ye döndü. 

 

632 yılında Peygamberimiz, Medine’ye hicretinin 10. yılında (632) hac için Mekke'ye geldi. Hz. Peygamber (s.a.s.), yüz bini aşan sahabîye bu hac sırasında yaptığı konuşma ile veda etmiş, İslâm’ın temel ibadetlerinden biri olan hac ibadetinin yapılış şeklini öğretmiştir. Hac sırasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ashabına yaptığı tarihî konuşmasına “veda hutbesi” denir. Temel hak ve hürriyetler açısından, çok önemli olan bu hutbe, hadis kitaplarında bölümler hâlinde nakledilmiştir (Buhârî, Hac, 132 [1739-1742]; Müslim, Hac, 147 [1218]). İslâm tarihi kaynakları, hadis kaynaklarından bu rivâyetleri tek metin şeklinde aktarırlar (İbn Hişâm, es-Sîre, 2/601-604).

Hz. Peygamber (s.a.s.), İslâm’ın özeti olarak sunduğu veda hutbesiyle; câhiliye devrine ait bütün kötü âdet ve gelenekleri yıkmıştır. Temel hak ve hürriyetlerle ilgili hükümleri bildirmiştir. Bütün insanların Hz. Âdem’in çocukları olduğunu ifade ederek evrensel insan haklarına işarette bulunmuştur. Irk, renk ve sınıf üstünlüğünü reddederek, tüm insanlığa rehber olacak örnek bir eşitlik anlayışını tarihe kaydetmiştir. Zinanın ve aile hayatına zarar verecek her şeyin yasaklandığını haber vermiştir. Aile hayatında erkek ve kadının birbirlerine karşı hak ve vazifelerinin bulunduğunu, kadınlara iyilik ve şefkatle muamele edilmesi gerektiğini açıklamıştır. Ekonomik ve sosyal hayatı felce uğratan fâizin haram kılındığını, her türlü kan davasının kaldırıldığını ilan etmiştir. Vasiyet, borç ve kefâlet, takvim düzeni hakkındaki hükümlerle birlikte; nesebin öz babadan başkasına nispet edilmesinin kötülüğünü ifade etmiştir. Herkesin can, mal ve haysiyetinin her türlü tecavüzden korunduğunu, her türlü haksızlığın yasaklandığını ve cezaların şahsî olduğunu belirtmiştir. Kısaca, önemli dinî kuralları, temel hak ve görevleri, duygusal, etkili ve veciz bir şekilde orada bulunan insanlara öğütleyerek, kendilerine emanet olarak bıraktığı Kur’ân ve Sünnet’e sarıldıkları müddetçe sapıklığa düşmeyeceklerini müjdelemiştir. En sonunda orada hazır bulunanların, dinlediklerini başkalarına aktarmalarını istemiştir (İbn Hişâm, es-Sîre, 2/602-604).

 

Bu hac, O'nun Müslümanlarla olan son buluşması olduğu için tarihe “Veda Haccı” olarak geçmiştir. 

 

Mekke'den Medine'ye döndükten kısa bir süre sonra hastalanan Peygamberimiz, Hz. Fatıma'ya kendisine ilk kavuşacak kişi olduğunu müjdelemiştir. 8 Haziran 632’de defalarca “Yüce Dost'a” diyerek darül bekâya irtihal etmiştir. 

 

Kaynakça:

 

Burcu TEKİN, Ortaçağ İspanya’sında Büyü, Büyücülük ve La Celestina Adlı Esere Yansıması,Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 55, 1, 2015, s.310

Erhan ERSOY, Cinsiyet Kültürü İçerisinde Kadın ve Erkek Kimliği, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 2, Elazığ, 2009, s.216

İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, II, 65-74; IV, 

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve nethaberler.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.