FAYSAL ATMACA: İSTİLA

GÜNDEM 05.07.2025 - 15:34, Güncelleme: 05.07.2025 - 15:39
 

FAYSAL ATMACA: İSTİLA

“Bir yeri ev yapan duvarları değil, orada yankılanan seslerdir.”
İSTİLA (Şehri İçinde Taşıyan İnsan) “Bir yeri ev yapan duvarları değil, orada yankılanan seslerdir.” Kent kalabalığından, trafikten, gürültüden ve modern hayatın yorgunluğundan kaçanlar yıllardır köylere yöneliyor. “Doğaya dönüş” adıyla süslenen bu yöneliş, dışarıdan bakıldığında masum bir arayış gibi görünse de içeride bambaşka bir gerçekle karşılaşıyoruz: Köylere göçenler, huzuru ararken beraberlerinde huzursuzluklarının mimarisini de götürüyorlar. Şehri terk ederken, aslında şehirleşmiş benliklerini, modern kaygılarını ve konfor bağımlılıklarını terk etmiyorlar. Köy, artık bir adres; ama ne köy gibi, ne de şehir… Otantik olan silindi, taklit olan dikildi. Yayla yollarına asfalt, çeşme başlarına otopark, medreselerin yerine ise apartman yapıldı. Yani, köy istilaya uğradı. Hem de içerden. Geçmişte köyler dayanışmanın, birlikteliğin ve müşterek yaşamın mekânıydı. Komşuluk sadece bir sınır meselesi değil; gönül meselesiydi. Sofralar bir araya gelir, çocuklar aynı dut ağacının gölgesinde büyür, bayram sabahları herkesin kapısı birbirine açıktı. Bugün ise köylere dikilen apartman tipi binalar, sadece silueti değil; insanların kalplerini ve ilişkilerini de kapattı. Artık kimse kimseyi tanımıyor. Camiler sadece ibadet değil; muhabbetin, meşveretin, selamın ve vedanın merkezleriydi. Şimdi ise birer program binası: Ses var, nefes yok. Köye gelenlerin büyük çoğunluğu aslında şehirden kaçmadı, onu yanında getirdi. Modern mimarinin soğuk betonunu, kamera sistemlerini, güvenlikli kapıları ve özel otoparkları köylere taşıyarak şehirden arındığını sananlar, şehirsel yalnızlığı kırsalda yeniden inşa ettiler. •    Tel örgüler yükseldi. •    Bahçeler çitle çevrildi. •    Kamusal alanlar özel alana dönüştü. Eskiden köyde herkesin olan yol, şimdi “geçmeyin” tabelasıyla dolu.Hayvanların su içtiği yalaklar kapatıldı, yerine şezlonglar kondu.Yayla şenliklerinin yerini “site yönetimi toplantıları” aldı.Komşuluk yerini “komşuya şikâyet”e bıraktı. Mimari yalnızca estetik değil; bir hayat tarzının aynasıdır. Bugün köylerde gördüğümüz binalar, sadece betonarme değil; ruh yoksunudur. Çünkü her yapı, içinde yaşanan hayata şahitlik eder. Çivi kullanılmadan yapılan eski ahşap evler, geçmişin zarafetini, tevazusunu ve sadeliğini taşırken; şimdiki yapılar gösterişin, yalnızlığın ve konforsuz bir konforun simgesi hâline geldi. Artık kalabalıklar arttı ama insanlık azaldı. Dut ağaçları kesildi, salıncaklar asıldı ama altında ne oynayan çocuk kaldı, ne de gölgesine oturan dede. Bu dönüşümün en derin acılarından birine, bizzat tanıklık ettim. 1980’li yıllarda İstanbul’un karmaşasından kaçarak yaz aylarını geçirdiğim Sugeldi Köyü’nde, 150 yıllık ahşap bir cami ve yanı başında ilimle yoğrulan bir medrese vardı. Cami; duaların, sohbetlerin, musafahaların mekânıydı. Medrese ise Kur’an’ın, ahlakın ve terbiyenin kalbiydi. Ne elektrikli kalorifer vardı, ne Diyanet kadrosu… Ama herkesin gönlünde bir görev, dilinde bir dua, cebinde bir katkı vardı. O yıllarda, caminin korunması için elimden geleni yaptım. Cumhurbaşkanlığı’ndan Vakıflar’a kadar pek çok kuruma yazdım. Ve sonunda, 1988’de camimiz koruma altına alındı. Ama medrese için aynı süreç yaşanmadı… Köy terk edildi, nesil değişti, cemaat azaldı. Medrese yıkıldı. Yerine bir beton bina dikildi. Ruhsuz, hatırasız, isimsiz… Ve ben yıllarca kendi yazdıklarımla o yok oluşa dolaylı da olsa sebep olduğumu düşünerek içten içe yandım. 2025’in Temmuz ayında, o caminin son cemaat mahallinde otururken iki genç kız geldi yanımıza. Selam verdiler. İsimleri Beyza ve Feyza. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde restorasyon yüksek lisansı yapıyorlarmış. Beyza, Oflu bir ailenin kızıymış; üstelik dostum Remzi Çakır’ın evladıymış. Feyza ise Konyalı; ama camimize bizden daha çok kıymet veriyor gibiydi. Camimizin rölövesini çıkaracaklarını, restorasyon raporunu hazırlayacaklarını ve medresenin izini de sürmek istediklerini söylediler. O anda içimde bir şey kırıldı, bir şey yeniden filizlendi. Belki medrese geri gelmeyecek. Ama ruhu dönüyor. Bugün köylerimiz ne köy, ne şehir. Karma, kimliksiz, ruhsuz bir geçiş alanına dönüştü. Ama hâlâ umut var. Çünkü her yıkımın altında bir uyanış saklıdır. Ve her ihmalin ardından gelen bir vicdan vardır. Beyza ve Feyza gibi gençlerin ellerinde geçmişin izleri, gönüllerinde köylerin ruhu varsa, bu ülke sadece binalarını değil; hafızasını da restore edecektir. Köyü kurtarmak için önce kendi içimizdeki istilayı durdurmamız gerekir. Çünkü köyü öldüren şehir değil; Şehri içinde taşıyan insandır vesselam.
“Bir yeri ev yapan duvarları değil, orada yankılanan seslerdir.”

İSTİLA
(Şehri İçinde Taşıyan İnsan)

“Bir yeri ev yapan duvarları değil, orada yankılanan seslerdir.”

Kent kalabalığından, trafikten, gürültüden ve modern hayatın yorgunluğundan kaçanlar yıllardır köylere yöneliyor. “Doğaya dönüş” adıyla süslenen bu yöneliş, dışarıdan bakıldığında masum bir arayış gibi görünse de içeride bambaşka bir gerçekle karşılaşıyoruz: Köylere göçenler, huzuru ararken beraberlerinde huzursuzluklarının mimarisini de götürüyorlar. Şehri terk ederken, aslında şehirleşmiş benliklerini, modern kaygılarını ve konfor bağımlılıklarını terk etmiyorlar.

Köy, artık bir adres; ama ne köy gibi, ne de şehir…
Otantik olan silindi, taklit olan dikildi.
Yayla yollarına asfalt, çeşme başlarına otopark, medreselerin yerine ise apartman yapıldı.
Yani, köy istilaya uğradı.
Hem de içerden.

Geçmişte köyler dayanışmanın, birlikteliğin ve müşterek yaşamın mekânıydı.
Komşuluk sadece bir sınır meselesi değil; gönül meselesiydi.
Sofralar bir araya gelir, çocuklar aynı dut ağacının gölgesinde büyür, bayram sabahları herkesin kapısı birbirine açıktı.
Bugün ise köylere dikilen apartman tipi binalar, sadece silueti değil; insanların kalplerini ve ilişkilerini de kapattı.
Artık kimse kimseyi tanımıyor.
Camiler sadece ibadet değil; muhabbetin, meşveretin, selamın ve vedanın merkezleriydi.
Şimdi ise birer program binası: Ses var, nefes yok.

Köye gelenlerin büyük çoğunluğu aslında şehirden kaçmadı, onu yanında getirdi.
Modern mimarinin soğuk betonunu, kamera sistemlerini, güvenlikli kapıları ve özel otoparkları köylere taşıyarak şehirden arındığını sananlar, şehirsel yalnızlığı kırsalda yeniden inşa ettiler.

•    Tel örgüler yükseldi.
•    Bahçeler çitle çevrildi.
•    Kamusal alanlar özel alana dönüştü.

Eskiden köyde herkesin olan yol, şimdi “geçmeyin” tabelasıyla dolu.Hayvanların su içtiği yalaklar kapatıldı, yerine şezlonglar kondu.Yayla şenliklerinin yerini “site yönetimi toplantıları” aldı.Komşuluk yerini “komşuya şikâyet”e bıraktı.

Mimari yalnızca estetik değil; bir hayat tarzının aynasıdır.
Bugün köylerde gördüğümüz binalar, sadece betonarme değil; ruh yoksunudur.
Çünkü her yapı, içinde yaşanan hayata şahitlik eder.
Çivi kullanılmadan yapılan eski ahşap evler, geçmişin zarafetini, tevazusunu ve sadeliğini taşırken; şimdiki yapılar gösterişin, yalnızlığın ve konforsuz bir konforun simgesi hâline geldi.
Artık kalabalıklar arttı ama insanlık azaldı.
Dut ağaçları kesildi, salıncaklar asıldı ama altında ne oynayan çocuk kaldı, ne de gölgesine oturan dede.

Bu dönüşümün en derin acılarından birine, bizzat tanıklık ettim.
1980’li yıllarda İstanbul’un karmaşasından kaçarak yaz aylarını geçirdiğim Sugeldi Köyü’nde, 150 yıllık ahşap bir cami ve yanı başında ilimle yoğrulan bir medrese vardı.
Cami; duaların, sohbetlerin, musafahaların mekânıydı.
Medrese ise Kur’an’ın, ahlakın ve terbiyenin kalbiydi.
Ne elektrikli kalorifer vardı, ne Diyanet kadrosu…
Ama herkesin gönlünde bir görev, dilinde bir dua, cebinde bir katkı vardı.
O yıllarda, caminin korunması için elimden geleni yaptım. Cumhurbaşkanlığı’ndan Vakıflar’a kadar pek çok kuruma yazdım.
Ve sonunda, 1988’de camimiz koruma altına alındı.
Ama medrese için aynı süreç yaşanmadı…
Köy terk edildi, nesil değişti, cemaat azaldı.
Medrese yıkıldı. Yerine bir beton bina dikildi.
Ruhsuz, hatırasız, isimsiz…
Ve ben yıllarca kendi yazdıklarımla o yok oluşa dolaylı da olsa sebep olduğumu düşünerek içten içe yandım.

2025’in Temmuz ayında, o caminin son cemaat mahallinde otururken iki genç kız geldi yanımıza.
Selam verdiler.
İsimleri Beyza ve Feyza.
Yıldız Teknik Üniversitesi’nde restorasyon yüksek lisansı yapıyorlarmış.
Beyza, Oflu bir ailenin kızıymış; üstelik dostum Remzi Çakır’ın evladıymış.
Feyza ise Konyalı; ama camimize bizden daha çok kıymet veriyor gibiydi.
Camimizin rölövesini çıkaracaklarını, restorasyon raporunu hazırlayacaklarını ve medresenin izini de sürmek istediklerini söylediler.
O anda içimde bir şey kırıldı, bir şey yeniden filizlendi.
Belki medrese geri gelmeyecek.
Ama ruhu dönüyor.
Bugün köylerimiz ne köy, ne şehir.
Karma, kimliksiz, ruhsuz bir geçiş alanına dönüştü.
Ama hâlâ umut var.
Çünkü her yıkımın altında bir uyanış saklıdır.
Ve her ihmalin ardından gelen bir vicdan vardır.
Beyza ve Feyza gibi gençlerin ellerinde geçmişin izleri, gönüllerinde köylerin ruhu varsa, bu ülke sadece binalarını değil; hafızasını da restore edecektir.
Köyü kurtarmak için önce kendi içimizdeki istilayı durdurmamız gerekir.
Çünkü köyü öldüren şehir değil;
Şehri içinde taşıyan insandır vesselam.

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve nethaberler.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.