BİR BEDBAHT HAKAN: VAHİDEDDİN
BİR BEDBAHT HAKAN: VAHİDEDDİN
Tarihe damgasını vurmuş iki cihan imparatorluğu vardır. Vahideddin padişahımız!
BİR BEDBAHT HAKAN: VAHİDEDDİN
Tarihe damgasını vurmuş iki cihan imparatorluğu vardır.
NetHaberler - Utku Mihmandaroğlu
Bunlardan birincisi olan Roma dünya hâkimiyetine MÕ 46 yılında Sezar devrinde ulaşmış, bu azamet MS 283 tarihinde ikiye bölünmüş, cihan hâkimiyet süresi 329 yıl sürmüştür.
Osmanlılar ise aynı derecedeki hâkimiyete 1430-1769 tarihleri arasında 339 yıl sahip olabilmiştir. Osmanlılar da dahil olmak üzere eski devirlerimizin büyük yanlışların yanında şan ve şerefle dolu olduğu gibi eski devlet başkanlarımız olan kağanlar, hanlar ve sultanlar da çoğunlukla büyük çapta, millete hizmet etmiş yüksek şahsiyetlerdir. Bunlara saygı göstermek ve çocuklarımıza bunların büyüklüğünü öğretmek insanlık, vatan ve töre borcumuzdur.
Üstelik arenalarda insanları aslanlarla ve vahşi hayvanlarla boğuşturup kendi insanının paralanışını seyretmekten zevk alan, Tilapia balıklarına canlı canlı köle çocuklarını yediren Batı'nın medar-ı iftiharı Roma ile yediği üzümün bedelini düşman bağının asmalarına takan, göç vakti uçamayan kuşlara vakıf kuran Osmanlı'nın mukayesesi mizana gelemeyecek ölçüde olmasına rağmen gelin görün ki Roma İmparatorluğu'nun mirasçıları bu kötü mazilerine rağmen sıkı sıkı tarihlerine, atalarına sahip çıkarken bizde maalesef Altı asır Türk devlet nizamına, asil Türk milletine, cihana ve Âlem-i İslâm'a hizmetlerde bulunan Osmanoğulları ailesine saygı ve hak teslimini çok görenler var. Halbuki Almanya ve Fransa’da da Türkiye gibi cumhuriyet idareleri olmakla beraber eski imparator ve kral ailelerinin fertleri kendi anayurtlarında yaşayıp kendi mülklerine sahip oldukları gibi sanki aktif olarak hükümet bileşeniymiş gibi vefa ve saygıda kendilerine kusur edilmiyor. Ülkelerinde gayet saygı ve itibar sahibi durumundalar. Fakat bizim ülkemizde tam tersi bir durum hakimdir. Halbuki kimin hain, kimin kahraman olacağına gazete köşelerinden yahut meclis kürsüsünden karar verilemez; hatta mahkemeler bile buna karar veremez. Bunun kararını kamuoyunun vicdanı ve “tarih” denilen o acımasız yargıç verirse verir. Hem Fransızlar şu General Petain’in hain mi kahraman mı olduğuna 60 küsur yıldır karar verebildiler mi? Adam üstelik vatanını Almanya’ya gerçekten peşkeş çektiği ve işgalcilerle düpedüz işbirliği yaptığı için İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra herkesin gözü önünde yargılanıp idama mahkûm edildiği halde bugün dahi onun bu şekilde davranmakta haklı olduğunu düşünen Fransız vatandaşları azımsanmayacak sayıdadır. Dahası, bu bir rejim sorunu değildir Fransa’da; bir tarih sorunudur. Ne diyelim, darısı bizim ülkemiz için olsun inşallah…
Öyle ki, vatanımızda olan bu manzaranın karşısında bakın son padişahın kızı Sabiha Sultan neler söylüyor:
“Ben tarihçi değilim… Memleketiyle birlikte bedenen ve ruhen yıkılmış bahtsız bir hükümdarın kızıyım…
Bana dinimin İslâm olduğunu, ecdâdımın kurduğu vatanın sevgisiyle beraber telkin ettiler... Bu iki akideyi kanımın içinde duyarak büyüdüm ve ihtiyarladım...
Gönlüm ister ki Türk Milleti tarihine karşı hürmetkâr olsun, geçmiştekilerin hizmetlerini, büyüklüğünü unutmasın... Onlara tam kıymetlerini versin, Osmanlı Devleti'nin tarihte kazandığı azametli, vekarlı yeri küçümsemesin... Maziye karışan bedbaht hükümdarlara şimdiye kadar yüklenen ithamların yerinde olup olmadığını tam bir müsamaha ve titizlikle tedkik etsin...
Bugün Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir... Türk milletinin bizleri artık dedikodu mevzuu etmesi ayıptır, çünki milletimiz için Osmanlı Tarihi iftihar edilecek bir mirastır... İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat o da Türk'ün idi, bugünkü Cumhuriyet de Türk'ün malıdır…
Taşıdığım kandan içimdeki imana kadar kendisine her şeyimle bağlı olduğum babamın kuvvetli varlığını o dünyayı terketmiş, ben bu yaşa gelmişken hâlâ duyarım...
Babamın yolunu şaşırtmaya uğraştılar... Bir kısmı kasden hareket ediyordu, bir kısmı ise gizli ellerle idare edilen zavallı ve zayıf ahlâklı insanlardı...
Kanaatini ve sözünü bütün hayatında tutmasını bilen babam kendisine verilen söze de tam bir emniyetle inanmıştı...
Yazdıklarım sırf şahsî kanaatlerimdir... Hakikate nisbetleri hakkında iddiada bulunamam... Ama tarih için bu gibi tahliller elzemdir ve tarihe intikal etmiş kimseler hakkında umumî efkârı yanlış hükümlere sahip olmaktan korumak bir insanlık borcudur…
Saltanat ve hilafetin ilgasından sonra Osmanlı hanedanı hakkında muhtelif risaleler, kitaplar neşredildi; gazete sütunlarında romanlaştırılan bir takım yazılar görüldü... Fakat bunların hiçbiri kanı ve tarihiyle Türk yurdunun ve Türk Milleti'nin bir cüz'ü olan son Osmanoğulları'nın hayat ve hüviyetlerini tedkik etmemiş, çekdiklerini bilememiş ve haklarında doğru bir fikir edinmeye lüzum bile görmemiştir...
Bu bir serencamdır... Türk saltanat ve hilåfet tarihinin son devirlerinin, saray hayatının son günlerinin ve nihayet son padişahın kızı olarak içinde geçirdiğim hayatın hikâyesidir...
Ben, aileme kanımla olduğu kadar ızdırabımla da bağlıyım.
Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha OSMANOĞLU'nun
(1894-1971)
bir mektup zarfının arkasına yazdığı notlardan… (Bardakçı, 1998)
Elin gavurunda, ecnebisinde durum buyken bizde maalesef ki Osmanlı’ya ve padişahlarımıza sövenler, saydıranlar, her türlü saygısızlığı reva görenler var.
Mesela bu padişahlardan bir tanesi son Osmanlı hüdavendigârı Vahideddin Hazretleri'dir.
“Sultan Vahdettin vatan haini değildir” denince büyük yaygaralar kopartılıyor. Peki bu yaygarayı kimler kopartıyor? Türkiye’nin, Türklerin tarihleriyle barışmasını istemeyenler.
Düşünebiliyor musunuz? Başında bulunduğu saltanat makamı 1 asır önce lağvedilmesine rağmen sevenleri ile nefret edenleri arasındaki gerilim devam ediyor. Neden peki? Çünkü tarihimizle helalleşemedik. Helalleşemediğimiz için de mezardakilerin tozları gözü dünyada kalmış hayaletler gibi yakamızı bırakmıyor. Ne zaman ki tarihimizle helalleşiriz, o vakit onlar bizi rahat bırakır. Aksi halde bir asır daha bu münakaşa devam eder, gider.
Şahsının 1918-1922 tarihleri arasındaki saltanatı Osmanlı tarihinin en karanlık ve tartışmalı portrelerini sergileyen bir galeri gibidir. 1. Cihan Harbi’nin kaybedileceğinin ortaya çıktığı bir ortamda tahtın kederli yolu önüne açılmıştı.
Sultan Vahdettin, vatan haini miydi? Kesinlikle değildi. Talihsiz bir hükümdardı, savaşı kaybetmiş bir devletin başına hasbelkader geçmişti. Tahta çıkışından kısa bir süre sonra Şeyhülislam Kazım Efendi’ye şunları söylediği anlatılır: “Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layikiyle tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhde eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz.”
Hakeza yine Mabeyn Kâtibi Ali Fuat Bey’e “Ben tahtın kuştüyünden minderlerine değil, milletin ateşli külü üzerine oturdum” diyerek tahta çıkmakla nasıl büyük bir fedakârlık yaptığını anlatmak isteyecekti. Ancak anlaşılamamıştı. Kısacası Vahideddin Hazretleri vatanını seviyordu, namuslu ve şerefli bir insandı.
KARABEKİR HATIRATINDA VAHDETTİN'LE GÖRÜŞMESİNDE NELER GEÇTİĞİNİ ANLATIYOR
Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Kâzım Karabekir’in bile yakılan kitabı İstiklal Harbimizin Esasları’nın ilk baskısında (1933) Sultan Vahdettin’le son görüşmesine dair hatıraları, kitabın sonraki baskılarında açıkça sansüre tabi tutulmuş değil midir? Halbuki Vahdettin, 11 Nisan 1919 günkü görüşmesinde, birkaç gün sonra Trabzon’a giderek yeni görevine başlayacak olan General Kâzım Karabekir’e dönüp, “Paşa, ben ve millet sizlerden ümitliyiz… Hayır dualarım ve niyâzlarım sizinle beraberdir” demiş, Karabekir Paşa da kendisine şöyle cevap vermişti: “Kumandan ve asker evlatlarınızla bütün millet zât-ı şahaneleri etrafında bir kalp ve bir kafa gibi toplanabilir şevket-meâb.” Üstelik Karabekir Paşa dışarı çıkınca onu heyecanla bekleyenler arasında bir tanıdık da vardır kapının önünde: Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari Mustafa Kemal Paşa. Hemen Karabekir’e neler konuştuklarını sorar. Karabekir, Padişah’ın kendisini hayır dualarla yolculadığını anlatınca Mustafa Kemal Paşa oracıkta şu anlamlı tespiti yapar:
“Sen Erzurum’a yerleşince vatanın üç uç noktasında üç temel dayanak noktası teşekkül ediyor.”
Ne yazık ki, İstiklal Harbimizin Esasları’nın 1951 ve sonraki yıllarda yapılan baskılarında bu ve benzeri türden Vahdettin Hazretleri’ni ‘beraat ettirici’ nitelikteki ibarelerin itinayla temizlendiğini hayretle görürüz. Eh, Karabekir’in kitaplarında durum buysa gerisini varın, siz düşünün.
Mustafa Kemal’in yukarıdaki sözüne dönelim tekrar. Ne demek istiyor? Gayet açık bence: Vahdettin ve İstanbul hükümeti daha önce Cafer Tayyar Paşa’yı Edirne’ye, Ali Fuat Paşa’yı Ankara’ya gönderdikten sonra üçüncü büyük kozunu oynamış ve Karabekir Paşa’yı Erzurum’a tayin ettirmeyi başarmıştır. Böylece direnişin Edirne, Ankara ve Erzurum ayakları tamamlanmış, sıra bunları toparlayacak ve organize edecek bir genel müfettişliğe gelmiştir ki, bir ay sonra bu göreve olağanüstü yetkilerle padişahın yaveri olan Mustafa Kemal Paşa atanacak ve 15 Mayıs 1919 günü yine Vahdettin’le görüştükten sonra dördüncü ve merkezi ayağı oluşturmak üzere Samsun’a doğru yola çıkacaktır.
Yani “Vahideddin işgal altındaki vatan için hiçbir şey yapmadı, kılını bile kıpırdatmadı. Korkağın tekiydi.” diyenleri yalanlayan bir gerçeği görmekteyiz. Öyle ya, Padişah birdenbire elinde hiçbir kuvvet olmadan ne yapacaktı? O yapacağını yaptı zaten. Komutanlarını çeşitli bahanelerle Anadolu’ya direnişi örgütlemeye gönderdi. Direniş için gönderdiği son isim de Mustafa Kemal Paşa idi.
Bu arada henüz Vahideddin tahta geçmeden evvel Mustafa Kemal Paşa ile birlikte yaptıkları Almanya ziyareti esnasında Mustafa Kemal Paşa’nın ileriyi, uzağı görebilen bir özelliğe sahip olduğunu gördüğünü söyleyerek kendisiyle ilgili övgü dolu sözler söylemiştir ki padişahın kızı Sabiha Sultan bunu hatıralarında yazmıştır:
“Mustafa Kemal Paşa'yı Sultan Vahideddin veliahdlığında, Sultan Mehmed Reşad'ın mümessili olarak Almanya'ya birlikte yaptıkları seyahatte tanımış, her ikisi de yekdiğeriyle pek iyi anlaşmış ve harbin Almanya tarafından kazanılması ihtimalinin artık kabil olmadığı kanaatine var-mışlardı. Memlekete döndüğü zaman Sultan Vahideddin, Mustafa Kemal Paşa'nın çok uzağı gören, zeki, muktedir, cesur bir zat olduğunu ve istikbal için kendisinden pekçok şeyler beklenebileceğini söylemiş, "Bu seyahatimden yalnız böyle bir kumandana malik olduğumuzu öğrenmek memnuniyetiyle dönüyorum" demiştir.”(Bardakçı, 1998, s.495)
Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya gitme emrini aldığı ve bu münasebetle son padişahla son kez görüştüğü 16 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’in işgalinden dolayı son hünkârın hüzünlü olduğunu unutamadığı padişaha 11 Haziran 1919’da yazdığı şu mektupta geçmektedir:
“Mabeyni Hümayun Cenabı Mülūkāne Başkitabeti Vasıtasıyla Atebei Hümayunu Cenabı Padişahiye
Büyük milletin ve kutsal hilafetin sağlam tek direği bulunan saltanatınızı cenabı hak afetlerden korusun. Şevketpenahım! Memleketin bugün uğradığı felaketler baskısı ve parçalanma tehlikesi karşısında ancak yüce şahsınız başta olmak üzere milli ve mukaddes bir kudretin var olma haykırışı vatanı ve devlet bağımsızlığını ve milleti ve şanlı hanedanınızın altı buçuk asırlık yüce tarihini kurtarabilir. Her tarafça, bu görüş ve kanaat tektir. Yüksek huzurlarınıza son defa kabul edildiğimde, İzmir acı olayından pek hüzünlü olan kalbinizin, bu kurtuluş noktasına ait ilhamları bu anda bile hafızamda bütün canlılığıyla yaşamaktadır.”(Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.8, s.34)
Yine 14 Haziran’da padişaha yollayacağı mektupta da padişahın hatt-ı hümayununun millete moral olduğu yazıyor:
“Şevketpenahım; bu nitelik ve durumda olan ve sizin kutsal kişiliğinize sarsılmaz bağlarla bağlı yüce milletinize tamamıyla dayanılır ve karşılık olarak bütün manasıyla bu milli ve vicdani kuvvete yardımcı olunur. Son hattı-ı hümâyünları bütün milletin azmini ve mücadele gücünü artırmıştır.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.2, s. 375, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi, Arşiv No: Atatürk, Dolap No: Özel. Göz No: 1. Klasör No: 6, Dosya No: 1335/8, Fihrist No: 1: 1-2’den aktaran: Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Gnkur. Basımevi, Ankara, Eylül 1978, Sayı: 77, Belge No: 1685; Naşit Hakkı Uluğ, Siyasi Yönleriyle Kurtuluş Savaşı, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1973, 8.65-68; Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Nisan 1985. Sayı: 2, 5.5-6; Mustafa Onar, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları I, T.C. Kültür Bakanlığı Atatürk Dizisi: 45, Ankara, 1995, s.63-65)
BİRİNCİ TBMM, SON PADİŞAHA OLAN MEKTUBUNDA KENDİSİNİN İZMİR'İN İŞGALİNDEN DUYDUĞU ÜZÜNTÜYÜ VE BU ÜZÜNTÜSÜNÜN BASINA SUNULMASINI BUYURDUĞUNU BELİRTMİŞ
I.TBMM, Padişah Vahideddin’e yazdığı mektubunda padişahın İzmir'in işgaline çok üzüldüğünü ve bu duygu, düşüncelerinin basına sunulmasını buyurduğunu belirtiyor ki TBMM Zabıtlarında bu hususlara rastlamak mümkündür:
Şevketli Padişahımız, İzmir istilâsı üzerine memalik-i Şahanelerinin en mamur ve en mes’ud bir kısmı nasıl ateşle, yağma ve kıtal ile baştanbaşa harap oldu bilirsiniz. Hiç bir hakka istinad etmeyen ve milletinizi son yurdunda duçar-ı esaret eylemeği emel edinen bu vahşi akın üzerine Kalb-i Hümayunlarının duyduğu acı teessürleri cihan-ı matbuata bizzat tevdi buyurmuştunuz, İzmir işgalini, Adana fecayi’i; bu fecayi’i Maraş ‘Ayntab kıtalleri ve onu da felâketlerimizin en büyüğü olmak üzere İstanbul işgali takip etti.
Büyük Millet Meclisi Reisi
Mustafa Kemal
B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1920, s.123-124. 28/4/1336
VAHİDEDDİN HAKİKATEN MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN ALEYHİNE Mİ KONUŞUYORDU? İŞTE İNGİLİZ BELGELERİNİN BELİRTTİĞİ HUSUSLAR
Bir de bugüne kadar Vahideddin ile ilgili Mustafa Kemal Paşa'nın ve Kuva-yi Milliye aleyhine konuşmalar yaptığı söylenegelirken bakalım İngiliz gizli belgeleri bu hususla ilgili neler demiş bir göz atalım:
Aslı Britanya arşivlerindeki gizli yazışmalara göre, işgalci İngilizler, şimdi de ‘esir padişah’ı Samsun’a çıkmış bulunan Mustafa Kemal Paşa aleyhine konuşmaya zorlamaktadırlar. Ne var ki, Vahdettin kendilerine, Mustafa Kemal Paşa’nın ancak İtalya’nın birliğini sağlayan millî kahramanları Garibaldi kadar “haydut” kabul edilebileceğini, onun yurtseverliğinden kuşku duymadığını, dahası ona saygı ve hayranlık hissetmemenin güç olduğunu söylemiştir. (Sonyel, Londra 1975, s. 154, akt. Küçük, 1992, s. 249-250)
İngilizler de bu sözleri resmen kayıtlara geçirmişler. Padişahın ifadelerinin İngilizce çevirisi şöyle: “It is absurd to label the Nationalist Movement as the tyranny of a set of non-Turkish brigand and patriot in much the same sense that Garibaldi was, and is difficult not to respect and admire him.”
VAHİDEDDİN, TÜRK ASKERLERİ VE ORDU İÇİN HİLÂL-İ AHMER’İN AÇTIĞI İKİ YARDIM KAMPANYASINA DA BAĞIŞLARDA BULUNMUŞ
Sultan Vahideddin, 1921'de Türk askerlerine verilmek üzere Hilâl-i Ahmer için açılan yardım kampanyasına 10.000 lira bağışta bulunmuştur ki 25 Mayıs 1921 tarihli İkdam Gazetesi’nde de görülecektir. Hakeza 11 Eylül 1922 tarihli İkdam Gazetesi'ne bakıldığında Sultan Vahideddin 10 Eylül 1922 tarihinde Türk askerlerine verilmek üzere Hilâl-i Ahmer için açılan yardım kampanyasına 5.000 lira bağışta bulunduğu için Hilâl-i Ahmer (Kızılay) 11 Eylül tarihli İkdam Gazetesi'nde Padişah'a teşekkür etmiştir.
VAHİDEDDİN ATATÜRK’ÜN KULLANMASI İÇİN KENDİ CEBİNDEN ONA 30.000 LİRA VERMİŞ
Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a hareket etmeden önce, devletin kendisine ve ekibine verdiği kanunî harcırahını almıştır.
Bunun dışında, örtülü ödenekten de bir miktar para aldığı bilinmektedir.
Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey’in, Anadolu’daki görevi için, Mustafa Kemal Paşa’ya, bakanlığın örtülü ödeneğinden bir miktar para verdiği gerçektir.
Yine de bu para, Mustafa Kemal’in Anadolu yolculuklarında sürekli olarak parasızlık çekmesini önlememiştir.
Irak Süleymaniyesi’nin önde gelen Kürt liderlerinden Şerif Paşa, San Remo’da tuttuğu notlarda Sultan Vahideddin Hazretleri'nin para konusunda kendisine şunları söylediğini belirtir:
“…İstanbul müttefikler tarafından işgal edilmiş olmasına rağmen Anadolu’yu beslemeye devam ediyordu. Bütün maddi ve moral gücünü ( sb,cephane, para,vb) kullanıyordu.
…Hazinenin tamamının müttefiklerin kontrolü altında bulunduğu ve tek bir kuruş bile alınamadığı bu sırada Mustafa Kemal Paşa’ya maddi yardım yaptım; kendi cebimden 30 000 lira verdim.”
Kaldı ki Vahideddin 30 bin liradan kendi de söz ediyor:
“Hazinenin tamamiyle müttefiklerin kontrolu altında bulunduğu ve oradan bir kuruş bile alınamadığı sırada ona maddi yardım yaptım, kendi cebimden 30 bin lira verdim.” diyor.
Konuyu bilen aile mensuplarının ifadelerine göre sözkonusu paranın temini ve ödenmesi şu şekilde cereyan eder:
Vahideddin tahta çıkışından seneler önce, Çengelköyü'ndeki köşkünün arka tarafında bulunan çiftliğinde cins at yetiştirmeye başlamış ve bir hayli ata sahip olmuştur. Mustafa Kemal Paşa'ya verilen 30 bin lira, Samsun yolculuğu öncesinde işte bu atların tamamının satışından elde edilen meblağdır.
Satış partiler halinde olmuş, dolayısıyla ödeme bir değil birkaç seferde yapılmış ve Sultan Vahideddin paraları Mustafa Kemal Paşa'ya ulaştırma vazifesini ablası Mediha Sultan'ın oğlu Sami Bey'e vermiştir. (Bardakçı, 1998, s.140)
Bu arada Vahideddin Hazretleri'nin cins at yetiştirmesi meselesine gelince kendisi şehzadelik yıllarında binicilik ve atçılıkla da uğraşmıştır. Detayları birlikte inceleyelim:
Binicilik kostümleri o devir İstanbul'unun en lüks mağazalarından olan Maison Baker'dendir. Tabanca toplamaya başlar, silahlı dolaşmayı adet haline getirir, atış talimleri yapar ve amcasının oğlu şehzade Abdülmecid Efendi'yle beraber ara-sıra Boğaz sırtlarının gerisindeki ormanlarda av partilerine çıkar. Gençliğinde en yakın olduğu akrabası, sonraki senelerin halifesi Abdülmecid Efendi'dir. (Bardakçı, 1998, s.39)
VAHİDEDDİN ATATÜRK’ÜN SÖZÜYLE ENİŞTESİNİ AZLETTİ
Mustafa Kemal Paşa, Yaveri olduğu Padişah’ın huzuruna çıkıp: “Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın liyakatsizliği ve gevşekliği nedeniyle, kurtuluş hamlelerini engellediğini ve bu nedenle görevine son verilmesi gerektiğini” söylüyor ve Sultan Vahdettin, Onun bu teklifini kabul ediyor ve eniştesini azlediyordu. Damat Ferit’in sadaret makamından azledilmesiyle yerine sonradan Ali Rıza Paşa ve Tevfik Paşa gelince İstanbul’da hava İngilizlerin istemediği şekilde değişecekti. Üstelik Damat Ferit hükümetinin Mustafa Kemal’i tutuklatma emrine İngilizlerin baskısı yüzünden susmak zorunda kalan Vahideddin, Ali Rıza Paşa hükümetinin Mustafa Kemal Paşa’nın aleyhine çıkarılan tutuklama kararını kaldırmasını da hiç tereddüt etmeden onaylamıştır. Bu konuda “meşrutî sınırlar içinde kalmaya özen gösterdiği”ni söyler. Fakat resmi tarih sanki 3,5 yıl boyunca sadrazamlığı Damat Ferid yapmış gibi mevzuyu ele alır.
DAMAT FERİT GERÇEKLERİ VE PADİŞAHIN DAMAT FERİT HAKKINDA SAHİP OLDUĞU KANAAT
İstanbul doğumlu olan Damat Ferit’in asıl adı Mehmed Ferid'dir. Ailesinin aslen Karadağ'ın Poşasi köyünden olduğu söylenen Damat Ferit, eğitimini tamamladıktan sonra Hariciye teşkilatında görev aldı. Paris, Berlin, Petersburg ve Londra elçilikleri kâtipliklerinde bulundu. 1885'te Sultan Abdülmecid’in kızı ve Vahdettin'in ana bir kız kardeşi Mediha Sultan'la evlendirildi. Üç yıl sonra vezir rütbesine yükseltilerek "paşa" unvanını aldı.
Tarih sahnesine girişini, işte bu izdivaca borçludur Ferid Paşa. Zaten izdivaçla beraber Şura-yı Devlet'e tayin edilir, vezirlik rütbesi alır ve "Paşa" olur. Sonra, Ayân Meclisi'ne getirilir. Türkçe'nin Latin harfleriyle yazılmasını ilk isteyenlerden biridir. Baltalimanı'ndaki bahçıvanlar bu gibi hareketleri yüzünden ve devamlı birbirine vurup çatır çatır sesler çıkarttığı manikürlü uzun tırnaklarıyla rugan ayakkabılarına bakarak Gavur Paşa diye bahsetmektedirler ondan. (Bardakçı, 1998, s.108)
Yukarıdaki satırlarda da gördüğünüz gibi 1928 Harf İnkılâbı'ndan seneler önce Latin alfabesine geçilmesini Damat Ferit savunmuştu. Hakikaten ilginç!
Devam ederken Damat Ferit’in geçmişte sıkı bir İttihatçı olduğunu, sonradan fikir değiştirip onlara muhalif olduğunu görüyoruz. Buyursunlar efendim…
Abdülhamid zamanında bir ara sefaret kâtibiyken bıraktığı Londra'ya büyükelçi olarak gitme hulyasına kapılır, karısı Mediha Sultan'ı tavassut için padişaha gönderir. Hükümdardan "Hemşire, orası mektep değildir! Pek mühim bir sefarettir, siyasi işlerde vukufu ve tecrübesi olanlar tayin edilir" cevabı gelince Abdülhamid'e gücenir, tavşanın dağa küsmesi misali bir daha saraydaki merasimlere katılmaz olur.
Meşrutiyet'in ilânından sonra sıkı bir İttihadçıdır. Her yerde parti lehinde konuşmalar yapmakta, İttihad ve Terakki'yi ve yeni ilân edilmiş olan meşrutiyeti göklere çıkartmaktadır. Ama İttihadçılardan beklediği iltifatı göremez, bu defa onlara muhalif kesilir. Sonraları İttihad ve Terakki'nin bir numaralı düşmanı ve rakip bir partinin, Hürriyet ve İtilâfın liderlerinden olacaktır. Hatta Kuvâ-yı Milliye'yi iktidardan düşmüş İttihadçılar'ın kurduğuna inanacak, kendisi gibi düşünmeyen herkese ve Anadolu hareketine de düşman olacak, Vahideddin'i de aynı çizgiye çekebilmek için elinden geleni yapacaktır. (Bardakçı, 1998, s.108)
Damat Ferit'le padişahın ilişkilerini ele alıyorken Mustafa Kemal Paşa ile ilgili çıkarılan idam fetvası konusuna da ayrı bir parantez açmak gerekmektedir. O raddeye varacak süreci ele almakta fayda var.
Bandırma Vapuru ile 9.Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun’a ayak bastığı andan itibaren milli direniş başlatılmıştı. Bu başlangıcı Havza ve Amasya Genelgeleri izledi.
Mustafa Kemal Paşa Anadolu'daydı, Istanbul hükümeti ise Paşa'nın geri çağırılması için İngilizler'in günlük nota bombardımanına dönen baskısı ve işgal korkusu altında.
Sultan Vahideddin 1919'un 8 Temmuz'unda Paşa'nın görevine son veren bir irade yayınladı ve geceyarısına doğru Erzurum'dan "Kulları Mustafa Kemal" imzalı bir telgraf aldı. Metin "Şimdiye kadar gerek kutsal zûtlarına ve gerekse Harbiye Nezareti'ne sunduğum arzlarımda vatan ve millet ile yüce Hilafet makamının uğradığı ve hâlen içinde bulunduğu acı durumları, buna karşı duyulan üzüntüleri ve milletin aldığı vaziyeti bütün safhaları ile gerçek olarak anlattım. Bunu yapmakla mukaddesâtımın âciz nefsime yüklediği en yüksek ve en vicdanî vazifelerden birini yerine getirmiş oldum" diye başlıyor, Paşa "hükümeti ve saltanat merkezinin içe risinde bulunduğu ağır şartlarla baskıları daha da ağırlaştırmamak için bütün iftihar sebeplerini vatanın, milletin ve kutsal makamların feyziyle kurtuluşundan alan pek çok sevdiği askerlik hayatına veda ettiğini" söylüyordu.
"... Yüksek saltanat ve Hilafet makamiyle soylu milletlerinin hayatımın son noktasına kadar daima koruyucusu ve sadık bir ferdi gibi kalacağımı tam bir bağlılıkla arzeder, bu hususta teminat veririm. Askerlik mesleğinden istifa ettiğimi Harbiye Nezareti'ne bildirdim. Yüce zatlarının sıhhat ve âfiyette bulunmasına dua eder ve her türlü âfetlerden korunmanızı Cenâb-ı Hak'dan niyaz ettiğimi" diye bitiyordu mektup.
Sîne-i millete işte o gün dönüldü...
Bir ay sonra, 9 Ağustos'ta bir adım daha attı Vahideddin: Bir başka iradeyle "...müfettişlik vazifesinden alınıp askerlikten istifa etmiş bulu-nan Mustafa Kemal Bey askerlik mesleğinden çıkartılmış, taşıdığı nişanlar geri alınmış, üzerindeki fahrî yaverlik rütbesi de kaldırılmıştır" dedi. İradeyi Damad Ferid teklif etmiş, metni Harbiye Nezareti hazırlamış ve tasdik için saraya sunmuştu.
Ama dört ay sonra, bu defa aynı işlemin tam tersi yapıldı İstanbul'da. Aynı Harbiye Nezareti 28 Aralık 1919'da Sadaret'e bir yazı yazdı, Mustafa Kemal Paşa'nın askerlikten tardı ve nişanlarıyla fahrî yaverlik unvanını geri alınması işlemlerinin mahkeme kararına dayanmadan yapılmış olduğunu hatırlattı; nişanlarıyla unvanının iadesini ve Paşa'nın askerlikten istifasının kabulünü teklif etti.
Bakanlığın teklifi hemen ertesi gün Tevfik Paşa başkanlığındaki hükümette ele alındı. Benimsendi ve saraydan yeni bir irade çıkartılması için Harbiye Nezareti'ne bildirilmesi kararlaştırıldı. Sadaretten nezarete gönderilen yazıda gereğinin yapılması istendi, muamele 30 Aralık günü tamamlandı ve Harbiye Nezareti hazırladığı irade lâyihasını Sadaret'e yolladı. Vahideddin'in eski kararını iptal eden iradesi 3 Şubat 1920'de yayınlandı. İradede "Üçüncü Ordu Müfettişliği'nden alınan ve askerlikten istifa eden, hiçbir sıkıyönetim mahkemesinin kararına dayanmaksızın idari olarak uzaklaştırılan, taşıdığı nişan ve madalyaları geri alınmış olan Mustafa Kemal Paşa'nın nişan ve madalyaları askerlikten ayrıldığı fakat uzaklaştırılmadığı için geri verilmiştir" deniyordu.
Mustafa Kemal Paşa o günlerde artık Ankara'daydı. Erzurum ve Sivas Kongreleri yapılmış, kongrelerden padişaha sadakat mesajları gönderilmişti. Paşa, Sultan Vahideddin'in Istanbul'da 12 Ocak'ta yapılan yeni Meclis-i Mebusan'ın açılış merasimine rahatsızlığı sebebiyle katılamamış olmasından duyduğu üzüntüyü bile telgrafla bildirmişti hükümdara. Ankara'dan yolladığı telgrafta "Allah mubarek vücudunuzu her çeşit belalardan korusun" demiş, Vahideddin bu nezaketi karşılıksız bırakmamış, Paşa'nın telgrafından duyduğu memnuniyeti Ankara'ya cevabî telgrafla ifade etmişti.
Protokole titizlikle uyuluyordu. Hükümdarın cülus yıldönümü Anadolu'da da kutlanıyor, Mustafa Kemal mülkî ve askerî erkânın tebriklerini padişah adına kabul ediyor, 17 Eylül 1919'da Eskişehir Mutasarrıfı Hilmi Bey'e çektiği ihtar telgrafinda Anadolu hareketinin maksadını anlatırken"...Doğudan batıya ve güneyden kuzeye doğru Cenâb-ı Hakk'a tam bir tevekkül ile yalnız hilâfet ve saltanat makamını ve milletle devletin istiklalini sonsuza kadar muhafaza etmekten başka birşeyi düşünmeyen ve sel gibi akan milletin...arzusuna siz mi mukavemet edecekiniz?" diyordu.
Hedef o günlerde sadece Ferid Paşa ve hükümetiydi. Mustafa Kemal 18 Eylül 1919'da Erzurum Vilayeti'ne çektiği telgrafta Ferid Paşa'nın millet ile sevgili padişahı temas ettirmediğini yazmaktaydı:
"...Mevkilerini birkaç saat daha muhafaza etmek, ecnebi kesesinden biraz daha fazla para almak kaygısıyla yalan söylemekten utanmayan ve padişah hazretlerini aldatmaktan korkmayan bu hainlerin yeni bir caniyâne teşebbüste bulunacakları belgeli olarak haber alınmıştır. Millet ile sevgili padişahlarını temas ettiremeyen, gerçeklerin kutsal hilafet makamının kulağına ulaşmasına müsaade etmeyen bu alçaklar bu defa da halifenin kutsal zâtını aldatarak bir beyanname yayınlanmasına çalışmaktaymışlar" (Bardakçı, 1998, s.145,146,147).
28 EYLÜL 1919 TARİHLİ İRADE-İ MİLLİYE GAZETESİ’NDE DİKKAT ÇEKEN KISIMLAR
28 Eylül 1919 Tarihli İrade-i Milliye (Sivas) Gazetesi'nin 1.sayfasında yer alan metnin içeriği günümüz Türkçesiyle aynen şöyle:
Padişahımız Ne Emr İdiyor?
Hühümet Ne yapıyor?!
En son ve en muhlik felaketlerimizin Ferid Paşa kabinesinden daha büyük bir müsebbibi olmadığını bütün delail-i feci'asıyla anlayan milletin galeyan-ı meşru'unu Veli'ahdı Saltanat Hazretleri'nin ne tarihi bir belagata tercüman olarak iştirak ettiklerini geçen nüshamızın başında neşr ettiğimiz layiha bütün vuzuhuyla isbat etmişti; davamızın meşru'iyetine karşı bir lutf-i ilahi olarak, bugün de tekmil Anadolu efkar-ı umumiyesine Padişahımızın da aynı hissiyat ile mütehassis ve milletiyle beraber olduğunu isbat idecek bir beyanname-i humayuna destres olduk; filvaki' zat-ı hazret-i hilafetpenahi, bundan evvel de, şeref-müsule nail olan bir ecnebi muhabirine vaki' olub bütün cihan matbuatına in'ıkas eden beyanat-ı mülukanelerinde "milletle beraber" olduklarını ve "milletin mukaddesatını müdafa'a içün pençeleşmeye amade" bulunduğunu söyleyerek harekat-ı milliyeyi lütfen takdir etmiş ve hatta cereyanın başında bulunduklarını zımnen ilan buyurmuş olmakla beraber, hükumet-i hazıranın sıyanetinden bahs etmişlerdi: Son beyanname-i hümayun ise hemen kamilen bu mesele hakkındaki nokta-ı nazar-ı şahane-i millete tebşir etmek itibariyle umumun ibret ve minnetini tahrik idecek bir vesika-ı tarihiye add olunabilir.
Osmanlı tarihinde her nokta-ı nazardan yegane bir vesika teşkil idecek olan bu beyannamenin hutut-ı esasiyesini şu suretle ihmal idebiliriz.
1- Padişahımız, Anadolu harekatının tamamıyla meşru' olduğunu ilan iderek cereyan-ı mevcudu lütfen teşvik etmekde ve hatta iştirak-ı humayunlarıyla takviye buyurmakdadırlar.
2- Ferid Paşa kabinesinin takip etmekde olduğu siyaset-i dahiliyeyi şiddetli bir lisan-ı mehabetle takbih iderek menafi'-i hayatiyemize muğayir telakki etmekdedirler.
3- Bununla beraber şimdiye kadar ecnebi kuva-yi işgaliyesine istinaden payidar olabilmiş olan heyet-i vükelaya son bir ihtar olmak üzere "kanuna ri'ayet ve milletin hukukunu sıyanet" lüzumunu ferman buyurmakdadırlar.
Beyanname-i hümayun'un bu hutut-ı esasiyesini muhtevi cümlelerin milletimize harfiyen tebliğini, makam-ı hilafetpenahiye karşı bir vazife-i sadakat ve ubudiyet add ideriz. Evet, padişahımız harekat-ı milliyenin esbabı meşru'adan mütevellid ve binnetice meşru' olduğunu ilan idiyorlar; çünkü beyanname-i hümayunlarının ikinci cümlesinde: "Anadolu ahval ve harekatı, İzmir işgali ile onu takip eden vekayi-i feci'anın ve Anadolu vilayat-ı şarkiyesi mukadderatı hakkında işa'a idilen rivayatın efkar-ı ahalide hasıl eylediği tesirat neticesi olub vukuat ve şayiat-ı mezkureden bilcümle efrad-ı ahalimizle beraber kalbimizde husule gelen teessürat pek amik ve hukuk-u devlet ve milletin sıyaneti emrinde sarf-ı mahasal gayret etmek cümlemiz için pek tabi'idir!" buyuruyorlar.
Padişahımız Efendimiz Hazretleri Anadolu harekatının bu suretle sırf esbab-ı milliyeden mütevellid olduğunu ve esbabın tesiriyle kalb-i rahim-i şahanelerinin de kalb fevkal'ade müteessir bulunduğunu söylerken, bakın sadrazam Ferid Paşa Tan Gazetesi muhabirine neler anlatıyor: Filhakika son posta ile gelen 5 Eylül tarihli İstanbul gazetelerinde münderic beyanatı esnasında, sadr-ı lahık Anadolu harekatı hakkında irad idilen bir suale cevaben "Bu hareket, tamamıyla ittihadçı kıyamıdır" diyor! Ve bu suretle milletin en mukaddes hissiyatını ecnebilere karşı gizli göstermek istediği gibi padişahı da tekzib etmekten utanmıyor!”
Yani bu gazete nüshasından aldığımız bu kısımdan anlaşılıyor ki padişahın Anadolu halkına, yanınızdayım mesajını veren bir beyannamesi var ki, gazete sütunlarında alkışla karşılanmış. Mustafa Kemal, 28 Eylül 1919 tarihli nüshada bu beyannamenin Osmanlı tarihinde her bakımdan benzersiz olduğunu yazıyor. "Padişahımız" diyor, "Anadolu harekâtının tamamiyle meşru olduğunu ilan ederek mevcut cereyanı, yani Kuva-yı Milliyeyi lütfen teşvik etmekte ve hatta katılarak kuvvetlendirmektedir."
Üstelik Damad Ferid'in marifetleri de yerden yere vurularak Anadolu hareketine bakışlarının padişah Vahdettin'le A'dan Z'ye ters olduğu vurgulanmış.
Yani Vahideddin Anadolu hareketine düşman değil, tam aksine başarılı olması için kendini kuşatan çakallardan, sırtlanlardan fırsat buldukça destek sunmaya çalışıyordu.
MUSTAFA KEMAL PAŞA, ÇEKTİĞİ TELGRAFTA SEVR'İ PADİŞAHIN ONAYLAMADIĞINI VE MEİS'İ OSMANLI'NIN VERMEDİĞİNİ YAZMIŞ
Mustafa Kemal Paşa, 1921 Haziranında Antalya Mutasarrıflığı vasıtasıyla Erzurum Mebusu Celaleddin Arif Beyefendi’ye gönderdiği ve bugün pek az bilinen bir mektupta çok ilginç bir hususun altını çizmiş:
ANTALYA MUTASARRIFLIĞI VASITASIYLA ERZURUM MEBUSU CELALETTİN ARİF BEYEFENDİ'YE
(25 HAZİRAN 1921)
Antalya Mutasarrıflığı Vasıtasıyla
Erzurum Mebusu Celalettin Arif Beyefendi'ye
C. 29.5.37 [1921] şifreye:
Meis Adası'nın aidiyet ciheti hakkında icra kılınan incelemelerde, Balkan Harbi'ni müteakip Londra'da yapılan antlaşmada Yunan işgali altındaki adaların mukadderatının tayini hususu büyük devletlere havale edilmiş ve belirtilen devletler daha sonra Babıâli'ye tebliğ ettikleri ortak bir notada bahsolunan adalardan İmroz, Bozca ve Meis adası müstesna olmak üzere kalanlarının Yunanistan'a terkine karar verildiği bildirilmiş olduğundan, Babıâli'nin bu üç adanın Osmanlı hakimiyetinde bırakılması hak-kındaki beyanat ve senet akdi sayarak diğerleri hakkındaki kararı protesto ettiği ve Harbi Umumi'yi müteakip İstanbul hükümeti tarafından imza edilen 122. maddesinde diğer bazı adalarla birlikte Meis Adası'nın da İtalya'ya terk edildiğini kapsayan Sevr Antlaşması ise ne İstanbul hükümeti tarafından tasdik edilmiş ve ne de Büyük Millet Meclisi hükümeti tanımamış olduğundan, adı geçen adanın Türkiya memleketleri kısımlarında olması tabii bulunduğunu ve bu ada ahalisinin askeri hizmete alınmasına İtalya memurlarının itiraz hakkı varit olamayacağı anlaşılmıştır, Efendim. (Atatürk'ün Bütün Eserleri, c.11, s. 209.)
ÜLKENİN İŞGALDEN KURTULUŞU VE OSMANLI SALTANATIYLA SON HÜNKÂRIN YERİNİ YENİ TÜRK DEVLETİ’NİN ALIŞI
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun'a ayak basışı ile başlatılan Türk Kurtuluş Savaşı 9 Eylül 1922’de İzmir’in kahraman ordumuzca kurtarılışı ve 13 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi’nin imzalanması ile muvaffak olunarak sona erer. Bu sırada İstanbul henüz İtilaf Devletlerinin askeri işgali altındadır. Mudanya Mütarekesi ile İstanbul ve Boğazlar bölgesinin TBMM Hükümeti'ne bırakılmasıyla İtilaf Devletleri Osmanlı Devleti'ni yok saydıklarını ilk defa bir yazılı antlaşma ile ortaya koydular. Tam bu günlerde basın organları da, Vahideddin aleyhinde geniş çaplı ve kamuoyunda etki yapan yayınlarda bulunmakta, halk arasında bazı gruplar hakaret ve tehdit içeren gösteriler yapmaktadırlar.
1 Kasım 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi, çıkardığı iki maddelik bir kanunla saltanatı lağveder (kaldırır). 4 Kasım’da son sadrazam Ahmed Tevfik Paşa istifa eder. 5 Kasım’da Refet Paşa, Babıali’deki bakanlıklara gönderdiği bir genelgeyle işlerine son verildiğini tebliğ eder.
Nitekim Kurtuluş Savaşı esnasında Mustafa Kemal gerek yakın çevresine gerekse bütün kamuoyuna o anki vazifelerini "...halkı, vatanı ve esir Padişah'ı kurtarmaya inandırmaktan ibarettir. Zamanında hiçbir şeyi kaçırmamak ve zamansız hiçbir şeye uzaktan yakından tevessül etmemek başlıca dikkati teşkil etmelidir" diye anlatmadaydı.
Senelerdir kurduğu ama zihnine hapsedip dışarıya bir türlü vuramadığı düşüncelerini ilk defa o günlerde, 7 Temmuz 1919 gecesi, sabaha karşı kâğıda döktürdü Mustafa Kemal Paşa: "Zaferden sonra hükümet şekli cumhuriyet olacak, Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken muamele yapılacak, tesettür kaldırılıp medeni milletler gibi şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecektir.”
Yani Paris Barış Konferansı’na giden Osmanlı heyeti gibi milleti giydireceğini, yıllar önce Damat Ferit Paşa’nın savunduğu gibi Latin harflerine geçmek lazım geldiği söyleniyor.
Paşa'nın daha o dönemde böyle fikirler taşıdığını ve cumhuriyet sonrasında yapılacak inkılâplardan sözettiğini Refet Paşa (Bele) da yazar:
"...Gazi Paşa hazretleri ile Anadolu'ya geçmek ve orada bir mukavemet tesis etmek kararını vermiştik. Bunun uygulanma yolunu düşünüyorduk. O günlerde Ferid Paşa ve Mehmed Ali Bey, Gazi Paşa hazretlerine bütün bütün başka bir fikir ile Anadolu'daki müfettişliği teklif ettiler"
...Gazi Paşa ile Samsun'a çıktık. Samsun'da İngiliz kuvvetleri vardı. Ve bizim Samsun'daki askerî vaziyetimiz çok fena bir halde bulunuyordu. Bu vaziyeti düzeltmek üzere ben Samsun'da kalmak mecburiyetindeydim. Fakat bu andan itibaren bizim alemdarımız olan Mustafa Kemal Paşa'nın her türlü tehlikeden korunması için derhal memleketin iç tarafına hareketleri lazımdı. Bunu rica ettim. Kabul buyurdular. Pek az sonra Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının Anadolu'da ne yapacaklarını İngilizler ve Istanbul'daki hükümet anladı. Gazi Paşa'yı Istanbul'a davet ettiler. Tabii ki, gitmedi. Samsun'a çıktığımızdan tahminen yirmi gün sonra, Amasya'da karanlık bir odada başımızda Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Ankara'dan gelen Ali Fuad Paşa ve Rauf Bey'le ne yapacağımızı konuştuk ve karar verdik. Kâzım Karabekir Paşa ile şifreli muhaberelerle fikirler birleştirilmişti. O gece beş kişinin birleşen düşünce ve kararları bir protokol halinde imza edildi. Ertesi gün herkes işinin başına gitmişti.
...Meselâ ilk günden itibaren Mustafa Kemal Paşa hazretleri memleketten düşmanın çıkartılıp defedilmesiyle beraber ayni zamanda bugünkü inkılabı ortaya koymayı düşünmüş, takib etmiş ve bunun için muhtelif yollar aramıştır. Bunun karşısında ben bütün kuvveti düşmanın atılıp uzaklaştırılmasına yoğunlaştırmamızı, düşmanı kovduktan sonra vaziyete tamamen hakim olarak hainlerin ve fena idare edenlerin hakkından gelebileceğimizi, istediğimiz inkilabı yapabileceğimizi düşündüm. Kimin haklı olduğunu bugün tartışmakta bile fayda yoktur. (Bardakçı, 1998, s.148)
Şartlar böyleyken bu düşüncedekilerin zaten Kurtuluş Savaşı bittikten sonra gelip “Vazifemiz bitti; emrinizdeyiz padişahım” diyecek hâli yoktu.
Torunu Hümeyra Sultan’ın da dediği gibi, muhtemelen korktuğundan ayrılmamıştı. Zaten yaşlı ve hasta idi; tek ciğerle yaşıyordu. 55 yaşına kadar hiç saltanat iddiasında bulunmadan dairesinden çıkmamış, 1916’da ağabeyi Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi'nin intihar etmesi üzerine kendisinin de beklemediği şekilde veliaht olmuştu. Dünya saltanatında hiç gözü olmadığı halde önce veliaht oluşuna, ardından da tahta çıkışına kendi de inanamamıştı.
Neticede ülkeden ayrılma kararı alan son padişah, saltanat kaldırılmadan evvel Ankara’nın Refet Bele vasıtasıyla yaptığı, saltanatsız hilafeti kabul ederek yerinde kalma teklifini geri çevirmişti. Ülkeden ayrılacağı gün, yanına 12 erkekten oluşan sadece küçük oğlu Ertuğrul Efendi ve haremin erkek mensuplarıyla birlikte Malta Adası’na geçiş yaptı.
Daha sonra İngiltere'ye gitmek zorunda kalan Sultan Vahdettin ve yanındaki yakın birkaç akrabasının masraflarının hesabı, gelişlerinin daha ilk haftasında sorulmaya başlamıştır. Bu basın yoluyla hem de en önemli yayın organları "Duspatch" dergisi; "Sabık Sultan ile 9 kişilik maiyetinin 100 şilin dolaylarında olan masrafını İngiliz vatandaşlarının cebinden mi alacaksınız?" şeklinde hükümete sormuştur.
İngiliz bir milletvekili Mr. Sexton kalkıp içindeki medeni duyguları (!) dışarı boşaltırcasına haddini aşarak Sabık Padişah'a işsizlik maaşı bağlanarak haftada on beş, yanındakilere ise bir şilin ödeyebileceklerini söyleme küstahlığını göstermiştir.
Maliye Bakanı da Sultan Vahdettin Hazretleri'nin 20-30 Kasım 1922 tarihindeki 10 günlük masrafını liste halinde İngiliz Senatosu'nda okumuştur:
Cep feneri: 5 sterlin
Su masrafı: 1 sterlin 7 şilin
Ziyaretçi imza defteri: 1 sterlin 3 şilin
Bu alçakça tavır karşısında "Ben bugün Sultan olmasam da milletimin şerefini temsil ediyorum" diyen Sultan önce Arabistan'a, sonra İtalya'ya, İngiltere'ye sadece elbiselerinin bulunduğu bir bavulla gelmiş, hakkı olduğu halde ve malı olduğu halde ne devletin hazinesinden ne de kendi şahsi mallarından hiçbir eşyaya el sürmemiş, "bunlar benim milletimin malıdır" demişti. Halbuki Topkapı'da bulunan birkaç elması alsaydı kendisine ve ailesine ömür boyu yeterdi.
Sultan Vahdettin 1926 yılında 65 yaşında İtalya'nın San Remo şehrinde vefat etmiş, borçlarından dolayı cenazesine haciz konmuştur. Bir Müslüman ülkede defnedilmeyi vasiyet ettiğinden, bu borçları dönemin Suriye Devlet Başkanı Ahmed Naim tarafından ve Şam'da yaşayan Türk asıllı esnaflarında himmetleriyle ödenerek cenazesi gemiyle önce Beyrut'a, sonra Şam'a getirtilmiş, kalabalık halk cenaze namazını kılmış, tekbirlerle, atalarının malı olan Süleymaniye Camii bahçesine silinmez bir iz ve yok olmaz bir tapu gibi defin edilmiştir.
Son Osmanlı Sultanı Vahdettin'in tarihteki rolü yıllarca tartışıldı ama o hiç katılmadı bu tartışmaya... Aşağıdaki satırları ölümünden birkaç gün evvel kaleme almıştır. Vatansever mi hain miydi? Kendi kaleminden felaket devrinin felaketzede Sultanı Vahdettin akıldaki sorulara şu cevapları vermiştir:
HAİN DİYENLERE...
"...Facialara kalkan olamadım ise de, siper-i saika (paratoner) vazifesi gördüm. Bütün musibetleri üzerime çektim. Kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım."
KAÇTI DİYENLERE...
"...Her tarafı istila eden inkılâp ve ihtiras içinde karşı koyma yahut baş eğme imkânını bulamadım. Kamuoyunda sükûn ve durumda açıklık belirinceye kadar İstanbul'dan geçici olarak ayrılmaya karar verdim..."
"...Vekili olduğum şan-ı yüce Nebi'nin yaptığını yaptım, hicret ettim..."
HAKKINDA SÖYLENENLERİ MAHŞERE HAVALE...
"...Elbet bir gün hak kuvvete üstün gelecek ve necib milletimiz hakikatleri öğrenecektir..."
Sultan Vahdettin Han Kabri - Süleymaniye Camii'si ve Selimiye Tekkesi
Bu mekânlar aynı alanda olduğundan ve şu anda harp müzesi olarak kullanıldığından adres olarak Methaf el-Harb (Savaş Müzesi) olarak bilinmektedir. Sultan Vahdettin'in kabri Süleymaniye Camii'nin kıble tarafının sağında bahçelik alanda bulunmaktadır. Türbe muhafızlı ve korumalıdır. Türklerin dışında kimse alınmamaktadır. Kapıda asker sorduğunda "Türk'üz" dediğiniz takdirde girebilirsiniz.
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.