KATİLLER, CANİLER, ZALİMLER İNANÇLI DEĞİL İNSAN BİLE OLAMAZ

DİNİ HABERLER 13.08.2025 - 19:09, Güncelleme: 13.08.2025 - 19:09
 

KATİLLER, CANİLER, ZALİMLER İNANÇLI DEĞİL İNSAN BİLE OLAMAZ

Bugüne kadar insanlık tarihinde, dünya tarihinde yapılan katliamlardan inançlarla, dinlerle ilişkilendirilenler olmuştur ki bugün bile aynı durum sürmektedir. Dahası yaptığı canilikleri dahi dini inançla soslayarak yapan adi mahlukatlar bugün dünya böylelerinin insafına kalmıştır.
KATİLLER, CANİLER, ZALİMLER İNANÇLI DEĞİL İNSAN BİLE OLAMAZ Utku Mihmandaroğlu - NetHaberler  Bugüne kadar insanlık tarihinde, dünya tarihinde yapılan katliamlardan inançlarla, dinlerle ilişkilendirilenler olmuştur ki bugün bile aynı durum sürmektedir. Dahası yaptığı canilikleri dahi dini inançla soslayarak yapan adi mahlukatlar bugün dünya böylelerinin insafına kalmıştır.    Geçmişteki Haçlı seferleri ve bugün İsrail tarafından gerçekleştirilen mezalim politikaları en bilinen örneklerdir.    Fakat Haçlı seferleri yapılırken asker toplamak için Papa din istismarı yapıp mütedeyyin Hristiyanları cennet ve günahlarının affı vaadi sunsa da hiçbir şekilde Ortadoğu'da, İslam memleketlerinde Hristiyanlığı yayma, Hz. İsa'nın risaletini Ortadoğu halklarına kabul ettirme amacı güdülmemiş, yani Hristiyanlığın menfaatini kollamak bir yana dursun yağma/talan amacı güdülerek İslam memleketlerine saldırılması söz konusudur. Elde ettikleri altın, gümüş ve köleler Haçlı krallıklarını zenginleştirse de bu seferlere katılan çoğu feodal beyi ve dini duyguları istismar edilen Hristiyan savaşçılar ülkelerine geri dönememiştir. Dahası Ortodoks Hristiyan Bizans'a o tarihte başkentlik yapan İstanbul Katolik Hristiyan Latinlerce yağmalanmıştır ki Hristiyanlık tarihinde kara bir leke olarak yer almıştır. Öyle ki Bizans İmparatoru Justinianos zamanında kilise olarak yaptırılan Ayasofya da İstanbul gibi yağmalanırken kubbesinin tepesindeki altın haç bile Katolik Latinlerce çalınmış, 1453’te İstanbul Osmanlılarca fethedilene kadar da bedbaht bir halde kalmış, yaşlı, yorgun yapısıyla imani ve insani bir dokunuş özlemiyle yanıp tutuşmuştur.    Aynı şekilde İsrail Filistin başta olmak üzere tüm Ortadoğu ülkelerine karşı gangster kesilirken Hz. Musa'nın risaleti için, Musevilik inancı için bunları yapmadığı gibi tüm Ortadoğu'da saf Yahudi ırkından başka bir ulus bırakmama çabasıyla, yani bir asır evvel Nazi rejiminin tüm Avrupa'da ve işgal ettiği her yerde saf Ari ırkından başka bütün ulusların soyunu kurutmaya çalışması gibi…    Bunlar bilinen gerçekler…    Fakat bir de unutturulmaya çalışılan vahşet örnekleri vardır ki bu örnekleri sergileyenlerin de maksadı dini inanç veya mezhepçilik değildir.    Biz de unutturulmaya çalışılan bu örnekleri ele alacağız:   Tarih 2 Şubat 1982…   Hafız Esed idaresindeki Suriye Baas idaresi tarafından hava bombardımanına tutulan Hama kenti, yoğun topçu atışlarıyla hedef alındı… Bütün bunlarla yetinmeyen Esed idaresindeki Şam rejimi, Hama kentinin su, elektrik ve iletişim hatlarını keserek Hama'yı komple izole etti.   Semtlere tanklarla giren rejim askerleri yalnızca katliamlarla yetinmeyip yağmalama ve cinsel saldırı suçlarına da imza attı. 40 binden fazla sivil öldürülürken zorla alıkonulan 17 bin kişiden bir daha asla haber alınamadı.    Kentteki tarihi mahalleleri, 88 camiyi ve 3 kiliseyi saldırılarıyla yerle bir eden Şam'daki Baas rejimi, katliamın konuşulmasını yasaklasa da 9 Aralık 2024 tarihindeki rejim değişikliğiyle Hama Katliamı, ilk kez anıldı ve lanetlendi.    Tarih 25 Mayıs 2012…   Armut ağacının dibine düşer sözünün ne denli doğru bir söz olduğu Esed hanedanlığı örneğiyle zannediyorum ki kanıtlanmıştır. Zira Baba Hafız Esed'in iktidara geldiği 1963’ten 2000’deki ölümüne kadar Suriye'deki korkunç yönetimi, yerine geçen oğlu Beşar Esed tarafından da aynen devam ettirildi. Oğul Beşar Esed'in armut misali babasının ağaç misali dibine düştüğünün en büyük göstergesi Suriye İç Savaşı'dır ki sivillere yönelik kullanılan orantısız güç sonucu birçok katliam gerçekleşmiştir. Bu katliamlardan bir tanesi 2012’de yaşanan Hule Katliamı'dır.    Humus'un Hule kasabasında 49'u çocuk, 34'ü kadın 109 sivil Baas yönetimince top ve roketler kullanılarak katledilmiştir.   Elbette ki Suriye İç Savaşı esnasında gerçekleşen başka zulümler ve katliamlar da mevcut…    Tarih 21 Ağustos 2013…   Şam'ın doğusundaki Guta bölgesine yapılan sarin gazı saldırısı neticesinde hayatını kaybeden insan sayısı 281 ile 1729 arasında değişmektedir. Ölenlerin çoğu da çocuklardan oluşmaktaydı.    Rejim karşıtları ve uluslararası camia katliamdan Baas rejimini suçlarken rejim inkar ederek topu muhaliflere atmıştır. Saldırı yapılan bölgenin de muhaliflerin elindeki bir bölge olması ve muhaliflerin de sarin gazını elde etmesinin zorluğu gözleri Şam yönetimine çevirmiştir.   Ezcümle Esed hanedanlığının yaptığı katliamlara verilen örnekleri çoğaltmak mümkündür.    Ama şu hususun da unutulmaması gerekir ki Esed'e bunları yaptıran, onun bu politikalarına yön veren asla onun Alevi, Nusayri olması değildi. Yani mezhepçilik değil, ideolojikti ki bir sonraki satırlarımızda bunun açılımını yaptığımızda Esed'in zihin dünyasını şekillendiren zehrin ne olduğunu daha iyi anlayacağız. Devam edelim:   Tarih 8 Temmuz 1982…   Saddam Hüseyin idaresindeki Irak Baas idaresi tarafından helikopterlerden vatandaşların üzerine ateş açıldı… 148 kişi öldürüldü. Olayın ardından yüzlerce kişi tutuklandı, işkence gördü bazıları ise idam edildi.   Tabi iş bununla da sınırlı değil. Birkaç sene sonra ismi Bağdat rejimi tarafından Kur'an'daki Enfal Suresi’nden güya ilham alınarak verilen ve başta Kürtler olmak üzere Kürtler kadar olmasa da Süryanileri ve Irak Türkmenlerini de hedef alan Enfal Katliamı gerçekleşecek, 3 yıl boyunca sürecekti. Üstelik işin daha da skandal yönü Kur'an'daki Enfal Suresi’nden esinlenerek bu operasyonu isimlendiren Baas rejimiyle yenilmek üzereyken mızraklarına Kur'an yaprakları takıp Hz. Ali'nin ordusunu hileyle durduranların zihniyet olarak ne farkı vardır varsın bunu okurlarımız değerlendirsin.    Katliama dönüşen Enfal Operasyonu kara harekâtları, havadan bombalamalar, yerleşkelere yönelik sistematik yıkım eylemleri, toplu zorunlu göçler, idam mangaları ve kimyasal silah kullanımı içeren ve bu yüzden katliamı yöneten Ali Hasan el-Mecid'in bu olaylardan sonra Kimyasal Ali adını alacağı bir süreç yaşanmıştır.    Bu saldırılarda genç, yaşlı, kadın, erkek ve çocuk demeden 200 bine yakın insan katledildi, 4.500 köy yakılıp yıkıldı, 1 milyondan fazla insan mülteci durumuna düştü; okul, camii ve hastaneler yakıldı, yıkıldı.   Katliamın boyutu öyle bir boyuta ulaştı ki yerle bir edilen köylerin, toplu mezarlara dönüştürülen toprakların haddi hesabı yoktu. Bu katliam, yalnızca bir halkın değil, tüm insanlığın vicdanında kapanmayan bir yara olarak tarihe geçti.    Bu katliamın üstüne daha da yürekleri yakan bir katliam gerçekleştirilecekti Bağdat’taki Baas rejimi tarafından…    Tarih 16 Mart 1988…   Tarihe “Kanlı Cuma” olarak geçecek olan 16 Mart günü kuşluk vakti zehirli gaz bombalarıyla yüklü uçaklar Halepçe semalarında göründü, Saddam Hüseyin`den emir alan pilotlar zehirleri düşman diye çocuk, kadın ve yaşlıların başlarına döktü…    Uçaklardan atılan renkli baloncuklardan yayılan hardal, sarin ve tabun gazları bir kasabayı yok etti…    Sergilenen bu gaddarlık sonucu 5 bin kişi katledilirken 10 binden fazla kişi de yaralanmıştır. Bunun yanında Halepçe ve çevresine kimyasal silahlarla saldırılmasından dolayı bugüne kadar 43 bin 753 kişinin öldüğü, 61 binden fazla kişinin de sakat kaldığı tahmin edilmektedir.   Katliamdan sonra kente gizlice girmeyi başaran gazeteciler, duvar diplerinde saklanırken, evlerinin önünde otururken hatta ekmek pişirirken içten içe yanarak ve şişerek ölmüş yeşile dönmüş insan cesetleriyle karşılaştılar ve bu vahşeti fotoğraflayarak tüm dünyaya duyurdu.   Bombardımandan sonra hayatta kalmayı başaran yedi yaşlarındaki bir çocuğun sokakta yankılanan şu sesi âdeta yaşanan katliamın sembol cümlesi olmuştur: “Dayê bêhna sêva te!” (Anne elma kokusu geliyor!). Çevreye yayılan elma kokusunu hisseden herkesin önce derisinin yanmaya başladığı, daha sonra da solunum sisteminin iflas etmesi sonucu hayatını kaybettiği tespit edilmiştir.   Elbette ki Saddam liderliğindeki Baas rejiminin yaptıkları bunlarla da sınırlı kalmayacaktı.    Tarih 28 Mart 1991…   Irak'ın Kerkük kentine bağlı Altunköprü beldesinde Baas rejimi askerleri ve Kürt peşmergeleri arasında sıkışan ve genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek demeden 100’e yakın kişi kurşuna dizilerek katledildi. Bu olay 1,5 milyona yakın Türkmen ve Kürt’ün Türkiye ve İran sınırına birikmesine ve sınır dışına kaçmasına neden olmuştur.    Biraz önceki satırlarımızda belirttiğimiz gibi Esed hanedanlığının imza attığı vahşilikleri Nusayri/Alevi kimliğiyle ilişkilendirmek nasıl yanlışsa Irak diktatörü Saddam'ın mührünü vurduğu icraatları da Saddam'ın Sünni İslam inancıyla ilişkilendirmek de büyük gaflettir. Öyle ya, bugüne kadar hep Saddam'ın tam adının Saddam Hüseyin Abdülmecid El-Tikriti olduğu resmi kayıtlardaydı. Kendisi aslen Irak'taki Sünni Arap El Hatap aşiretinin El Avja köyündendir. Yani kayıtlarda böyle geçmiştir. Fakat bu sahte bir kimliktir, maskedir.    Maskenin arkasındaki gerçek kimliği ise Saddam Hüseyin El-Mişel Eflâk’tır. Milliyetçi sosyalist Baas hücresinin sadık bir militanıdır. Dolayısıyla yaptıkları zinhar Sünni İslâm'la, Ehl-i Sünnet'le bağdaştırılamaz. Saddam'ın icraatlarını ancak neo-mevali zihniyetine sahip milliyetçi sosyalist bir anlayışın tezahürü olarak görmek daha doğru olacaktır. Milliyetçi sosyalist Baas ideolojisinin fikir babası ise biyolojik olarak Arap olmasına rağmen Hristiyan olan Mişel Eflâk'tır.    Kaldı ki Arapların içinde gayrimüslim olan insanlar da vardır ki Lübnan Cumhurbaşkanları prosedür gereği Katolik Hristiyan Arapların arasından seçilir fakat kayıtlara Maruni olarak geçmiştir. Aynı şekilde Antakya ve Kudüs Rum Ortodoksları Rum olarak kayıtlara geçirseler de büyük çoğunlukla Arap asıllı olan Hristiyanlardır.    Nitekim Hristiyan Arap Mişel Eflâk'ın etkilediği kişi yalnızca Saddam Hüseyin değildir, Suriye'yi 61 yıl boyunca vesayetinde tutan Esed hanedanlığı da Mişel Eflâk'ın yetiştirmesidir. Baba Esed'in adı resmi kayıtlarda Hafız Esed olarak geçse de galiba yazınca çok uzun olup da kayıtlara sığmadığı için olsa gerek kısaltıp Hafız Esed yazmışlar çünkü Esed'in kimliği eksiktir, yüzü sahtedir. Yüzüne taktığı maskenin ardındaki gerçek yüzü ve tam adı Hafız Esed El-Mişel Eflâk'tır. Aynı şekilde oğlu Beşar Esed’in adı da Beşşaru Hafızı'l-Esed veya kısaca Beşşaru'l-Esed, Beşşar El-Esed olarak resmi kayıtlara geçmiştir. Fakat oğlunun da aynı babası gibi gerçek kimliğini kayda geçirirken çok uzun olup kayıtlara sığmadığı içindir ki onu da bilinen haliyle kayda geçirmişler. Fakat onun da gerçek kimliği aynı babası gibi Beşşaru Hafızı'l-Esed El-Mişel Eflâk'tır.    Yani Saddam da, Esed de hiçbir şekilde Ortadoğu, Irak ve Suriye asıllı Müslümanların ve diğer kimlikten halkların kimliğini taşımadığı gibi Irak'taki ve Suriye'deki Müslümanlar ve diğer kimlikten halklar gibi de yaşamıyorlardı. Düşünce dünyalarının ve yaşam tarzlarının kimlerle örtüştüğünü de aşağıdaki satırlarda yapacağım aktarımlarla ortaya koymuş olacağız. Ortadoğu nasıl Esed gibi, Saddam gibi mazoşistlerin elinde yıllarca ırkçılığa dayalı mevali politikalarının yürütülmesi yüzünden perişan olduysa ve işgallere, iç savaşlara resmen davetiye çıkardıysa benzer tablolarla başka coğrafyalarda da karşılaşmak mümkün. İşte bu bağlamda unutturulmaya çalışılan başka bir örnek daha:   Tıpkı Ortadoğu gibi bir dönem Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında asırlarca süren huzurlu ve hoşgörülü anlayışa Osmanlı yıkıldıktan sonra hasret kalmış Balkan toprakları gerçeği ortadadır ki tıpkı Ortadoğu halkları gibi Balkan milletleri de Osmanlı dönemindeki huzuru, refahı ve babacanlığı arıyor. Ezcümle eski Osmanlı topraklarında Osmanlı yıkıldıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştır. İşte Balkanlarda da Ortadoğu’daki milliyetçi sosyalistlerin gerek yaşam tarzlarının gerekse düşünce dünyalarının benzeştiği kan kardeşlerini de unutmamak gerekir.    II. Dünya Savaşı'ndan bu yana Avrupa'da gerçekleşmiş en büyük toplu insan kıyımı ve Avrupa'daki hukuksal olarak ilk kez belgelenmiş ve soykırıma kadar vardırılan katliam olarak tarihe geçen Srebrenitsa Katliamı da Enfal'den, Halepçe'den, Hama'dan, Guta'dan vahşilik boyutu bakımından zinhar ayırt edilemez ve birbirlerinden asla farkları yoktur.    Sırp diktatör Slobodan Milosevic de Ortadoğu'daki mazoşistlerle aynı ideolojiye, aynı yaşam tarzına ve aynı dünya görüşlerine sahipti. Slobodan Milosevic de Yugoslavya döneminde birlikte yaşadığı halkların değil, Ortadoğu'daki mazoşistlerin dostuydu, kardeşiydi.    Srebrenitsa'da Sırp güçlerinin günlerce yürüttükleri katliamlar sonucu 8 bin insan hayatını kaybetti.Yüzlerce kadın ve küçük yaştaki kız çocukları tecavüz mağduru oldu.    Nasıl Ortadoğu Esed gibi, Saddam gibi mazoşistlerin elinde yıllarca ırkçılığa dayalı mevali politikalarının yürütülmesi yüzünden perişan olduysa ve işgallere, iç savaşlara resmen davetiye çıkardıysa Balkan toprakları da Milosevic gibi insanlıktan çıkmış zalimlerin elinde kan deryasına çevrildi ve emperyalist bombardımanlara davetiye çıkardı ki NATO güçlerinin Belgrad’da ve Balkanlar'da yaptıkları bombardımanlar da tıpkı aynı dönemlerde Amerikan-İngiliz koalisyon güçlerince Bağdat'ın ve Irak'ın bombardımana tutulmaları gibi hafızalarımızdaki yerini korumaktadır. Netice itibarıyla Ortadoğu'da kaos bitmezken Balkanlar da paramparça oldu.    Elbette ki Slobodan Milosevic’in politikalarını Ortodoks Hristiyanlık inancı şekillendirmediği gibi Esed'in zihin dünyasını da Alevilik/Nusayrilik, Saddam'ın zihin dünyasını da Sünni İslâm inancı ve Ehl-i Sünnet itikadı şekillendirmedi. Onlar, ülkelerini baskıyla yönetebileceklerine inandırılmış birer aşırı milliyetçi ve sosyalist militandılar ve hiçbiri de inançta, düşüncede, davranışta birbirlerine uzak değildir. Mezhep veya dini inanç ise onlar için tamamen sostur ve süslü zarftır. Mazrufa, yani içeriğe bakınca maskenin düşüp iğrenç yüzlerin göründüğünü görebiliyoruz. Takke düştü kel göründü hesabı yani.    Ezcümle katliam yapan, soykırım yapan, zulüm yapan, baskı yapan asla inanç ve maneviyat sahibi olamaz ve manevi duyguları yok olduğu gibi çoktan vicdanlarını da toprağa gömmüş iğrenç kimselerdir. Ve bu tiplere karşı da hangi dünya görüşüne, hangi inanca sahip olursak olalım haysiyetli ve medenî vatandaşlar zulmü lânetlemekle ve zulüm yapanların asla ne bir manevi duygusunun ne de bir vicdanının olmadığını idrak etmekle mükelleftir (yükümlüdür.)   Yazımı şu dua ve temenni ile sonlandırmak istiyorum:     Hazret-i Allah (c.c.), hepimizi göğsü merhametli insanlarla, vicdanı ölmemiş insanlarla haşretsin.  Âmin!  Şimdilik bu kadar Selâm ve duâ ile…     
Bugüne kadar insanlık tarihinde, dünya tarihinde yapılan katliamlardan inançlarla, dinlerle ilişkilendirilenler olmuştur ki bugün bile aynı durum sürmektedir. Dahası yaptığı canilikleri dahi dini inançla soslayarak yapan adi mahlukatlar bugün dünya böylelerinin insafına kalmıştır.

KATİLLER, CANİLER, ZALİMLER İNANÇLI DEĞİL İNSAN BİLE OLAMAZ

Utku Mihmandaroğlu - NetHaberler 

Bugüne kadar insanlık tarihinde, dünya tarihinde yapılan katliamlardan inançlarla, dinlerle ilişkilendirilenler olmuştur ki bugün bile aynı durum sürmektedir. Dahası yaptığı canilikleri dahi dini inançla soslayarak yapan adi mahlukatlar bugün dünya böylelerinin insafına kalmıştır. 

 

Geçmişteki Haçlı seferleri ve bugün İsrail tarafından gerçekleştirilen mezalim politikaları en bilinen örneklerdir. 

 

Fakat Haçlı seferleri yapılırken asker toplamak için Papa din istismarı yapıp mütedeyyin Hristiyanları cennet ve günahlarının affı vaadi sunsa da hiçbir şekilde Ortadoğu'da, İslam memleketlerinde Hristiyanlığı yayma, Hz. İsa'nın risaletini Ortadoğu halklarına kabul ettirme amacı güdülmemiş, yani Hristiyanlığın menfaatini kollamak bir yana dursun yağma/talan amacı güdülerek İslam memleketlerine saldırılması söz konusudur. Elde ettikleri altın, gümüş ve köleler Haçlı krallıklarını zenginleştirse de bu seferlere katılan çoğu feodal beyi ve dini duyguları istismar edilen Hristiyan savaşçılar ülkelerine geri dönememiştir. Dahası Ortodoks Hristiyan Bizans'a o tarihte başkentlik yapan İstanbul Katolik Hristiyan Latinlerce yağmalanmıştır ki Hristiyanlık tarihinde kara bir leke olarak yer almıştır. Öyle ki Bizans İmparatoru Justinianos zamanında kilise olarak yaptırılan Ayasofya da İstanbul gibi yağmalanırken kubbesinin tepesindeki altın haç bile Katolik Latinlerce çalınmış, 1453’te İstanbul Osmanlılarca fethedilene kadar da bedbaht bir halde kalmış, yaşlı, yorgun yapısıyla imani ve insani bir dokunuş özlemiyle yanıp tutuşmuştur. 

 

Aynı şekilde İsrail Filistin başta olmak üzere tüm Ortadoğu ülkelerine karşı gangster kesilirken Hz. Musa'nın risaleti için, Musevilik inancı için bunları yapmadığı gibi tüm Ortadoğu'da saf Yahudi ırkından başka bir ulus bırakmama çabasıyla, yani bir asır evvel Nazi rejiminin tüm Avrupa'da ve işgal ettiği her yerde saf Ari ırkından başka bütün ulusların soyunu kurutmaya çalışması gibi… 

 

Bunlar bilinen gerçekler… 

 

Fakat bir de unutturulmaya çalışılan vahşet örnekleri vardır ki bu örnekleri sergileyenlerin de maksadı dini inanç veya mezhepçilik değildir. 

 

Biz de unutturulmaya çalışılan bu örnekleri ele alacağız:

 

Tarih 2 Şubat 1982…

 

Hafız Esed idaresindeki Suriye Baas idaresi tarafından hava bombardımanına tutulan Hama kenti, yoğun topçu atışlarıyla hedef alındı… Bütün bunlarla yetinmeyen Esed idaresindeki Şam rejimi, Hama kentinin su, elektrik ve iletişim hatlarını keserek Hama'yı komple izole etti.

 

Semtlere tanklarla giren rejim askerleri yalnızca katliamlarla yetinmeyip yağmalama ve cinsel saldırı suçlarına da imza attı. 40 binden fazla sivil öldürülürken zorla alıkonulan 17 bin kişiden bir daha asla haber alınamadı. 

 

Kentteki tarihi mahalleleri, 88 camiyi ve 3 kiliseyi saldırılarıyla yerle bir eden Şam'daki Baas rejimi, katliamın konuşulmasını yasaklasa da 9 Aralık 2024 tarihindeki rejim değişikliğiyle Hama Katliamı, ilk kez anıldı ve lanetlendi. 

 

Tarih 25 Mayıs 2012…

 

Armut ağacının dibine düşer sözünün ne denli doğru bir söz olduğu Esed hanedanlığı örneğiyle zannediyorum ki kanıtlanmıştır. Zira Baba Hafız Esed'in iktidara geldiği 1963’ten 2000’deki ölümüne kadar Suriye'deki korkunç yönetimi, yerine geçen oğlu Beşar Esed tarafından da aynen devam ettirildi. Oğul Beşar Esed'in armut misali babasının ağaç misali dibine düştüğünün en büyük göstergesi Suriye İç Savaşı'dır ki sivillere yönelik kullanılan orantısız güç sonucu birçok katliam gerçekleşmiştir. Bu katliamlardan bir tanesi 2012’de yaşanan Hule Katliamı'dır. 

 

Humus'un Hule kasabasında 49'u çocuk, 34'ü kadın 109 sivil Baas yönetimince top ve roketler kullanılarak katledilmiştir.

 

Elbette ki Suriye İç Savaşı esnasında gerçekleşen başka zulümler ve katliamlar da mevcut… 

 

Tarih 21 Ağustos 2013…

 

Şam'ın doğusundaki Guta bölgesine yapılan sarin gazı saldırısı neticesinde hayatını kaybeden insan sayısı 281 ile 1729 arasında değişmektedir. Ölenlerin çoğu da çocuklardan oluşmaktaydı. 

 

Rejim karşıtları ve uluslararası camia katliamdan Baas rejimini suçlarken rejim inkar ederek topu muhaliflere atmıştır. Saldırı yapılan bölgenin de muhaliflerin elindeki bir bölge olması ve muhaliflerin de sarin gazını elde etmesinin zorluğu gözleri Şam yönetimine çevirmiştir.

 

Ezcümle Esed hanedanlığının yaptığı katliamlara verilen örnekleri çoğaltmak mümkündür. 

 

Ama şu hususun da unutulmaması gerekir ki Esed'e bunları yaptıran, onun bu politikalarına yön veren asla onun Alevi, Nusayri olması değildi. Yani mezhepçilik değil, ideolojikti ki bir sonraki satırlarımızda bunun açılımını yaptığımızda Esed'in zihin dünyasını şekillendiren zehrin ne olduğunu daha iyi anlayacağız. Devam edelim:

 

Tarih 8 Temmuz 1982…

 

Saddam Hüseyin idaresindeki Irak Baas idaresi tarafından helikopterlerden vatandaşların üzerine ateş açıldı… 148 kişi öldürüldü. Olayın ardından yüzlerce kişi tutuklandı, işkence gördü bazıları ise idam edildi.

 

Tabi iş bununla da sınırlı değil. Birkaç sene sonra ismi Bağdat rejimi tarafından Kur'an'daki Enfal Suresi’nden güya ilham alınarak verilen ve başta Kürtler olmak üzere Kürtler kadar olmasa da Süryanileri ve Irak Türkmenlerini de hedef alan Enfal Katliamı gerçekleşecek, 3 yıl boyunca sürecekti. Üstelik işin daha da skandal yönü Kur'an'daki Enfal Suresi’nden esinlenerek bu operasyonu isimlendiren Baas rejimiyle yenilmek üzereyken mızraklarına Kur'an yaprakları takıp Hz. Ali'nin ordusunu hileyle durduranların zihniyet olarak ne farkı vardır varsın bunu okurlarımız değerlendirsin. 

 

Katliama dönüşen Enfal Operasyonu kara harekâtları, havadan bombalamalar, yerleşkelere yönelik sistematik yıkım eylemleri, toplu zorunlu göçler, idam mangaları ve kimyasal silah kullanımı içeren ve bu yüzden katliamı yöneten Ali Hasan el-Mecid'in bu olaylardan sonra Kimyasal Ali adını alacağı bir süreç yaşanmıştır. 

 

Bu saldırılarda genç, yaşlı, kadın, erkek ve çocuk demeden 200 bine yakın insan katledildi, 4.500 köy yakılıp yıkıldı, 1 milyondan fazla insan mülteci durumuna düştü; okul, camii ve hastaneler yakıldı, yıkıldı.

 

Katliamın boyutu öyle bir boyuta ulaştı ki yerle bir edilen köylerin, toplu mezarlara dönüştürülen toprakların haddi hesabı yoktu. Bu katliam, yalnızca bir halkın değil, tüm insanlığın vicdanında kapanmayan bir yara olarak tarihe geçti. 

 

Bu katliamın üstüne daha da yürekleri yakan bir katliam gerçekleştirilecekti Bağdat’taki Baas rejimi tarafından… 

 

Tarih 16 Mart 1988…

 

Tarihe “Kanlı Cuma” olarak geçecek olan 16 Mart günü kuşluk vakti zehirli gaz bombalarıyla yüklü uçaklar Halepçe semalarında göründü, Saddam Hüseyin`den emir alan pilotlar zehirleri düşman diye çocuk, kadın ve yaşlıların başlarına döktü… 

 

Uçaklardan atılan renkli baloncuklardan yayılan hardal, sarin ve tabun gazları bir kasabayı yok etti… 

 

Sergilenen bu gaddarlık sonucu 5 bin kişi katledilirken 10 binden fazla kişi de yaralanmıştır. Bunun yanında Halepçe ve çevresine kimyasal silahlarla saldırılmasından dolayı bugüne kadar 43 bin 753 kişinin öldüğü, 61 binden fazla kişinin de sakat kaldığı tahmin edilmektedir.

 

Katliamdan sonra kente gizlice girmeyi başaran gazeteciler, duvar diplerinde saklanırken, evlerinin önünde otururken hatta ekmek pişirirken içten içe yanarak ve şişerek ölmüş yeşile dönmüş insan cesetleriyle karşılaştılar ve bu vahşeti fotoğraflayarak tüm dünyaya duyurdu.

 

Bombardımandan sonra hayatta kalmayı başaran yedi yaşlarındaki bir çocuğun sokakta yankılanan şu sesi âdeta yaşanan katliamın sembol cümlesi olmuştur: “Dayê bêhna sêva te!” (Anne elma kokusu geliyor!). Çevreye yayılan elma kokusunu hisseden herkesin önce derisinin yanmaya başladığı, daha sonra da solunum sisteminin iflas etmesi sonucu hayatını kaybettiği tespit edilmiştir.

 

Elbette ki Saddam liderliğindeki Baas rejiminin yaptıkları bunlarla da sınırlı kalmayacaktı. 

 

Tarih 28 Mart 1991…

 

Irak'ın Kerkük kentine bağlı Altunköprü beldesinde Baas rejimi askerleri ve Kürt peşmergeleri arasında sıkışan ve genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek demeden 100’e yakın kişi kurşuna dizilerek katledildi. Bu olay 1,5 milyona yakın Türkmen ve Kürt’ün Türkiye ve İran sınırına birikmesine ve sınır dışına kaçmasına neden olmuştur. 

 

Biraz önceki satırlarımızda belirttiğimiz gibi Esed hanedanlığının imza attığı vahşilikleri Nusayri/Alevi kimliğiyle ilişkilendirmek nasıl yanlışsa Irak diktatörü Saddam'ın mührünü vurduğu icraatları da Saddam'ın Sünni İslam inancıyla ilişkilendirmek de büyük gaflettir. Öyle ya, bugüne kadar hep Saddam'ın tam adının Saddam Hüseyin Abdülmecid El-Tikriti olduğu resmi kayıtlardaydı. Kendisi aslen Irak'taki Sünni Arap El Hatap aşiretinin El Avja köyündendir. Yani kayıtlarda böyle geçmiştir. Fakat bu sahte bir kimliktir, maskedir. 

 

Maskenin arkasındaki gerçek kimliği ise Saddam Hüseyin El-Mişel Eflâk’tır. Milliyetçi sosyalist Baas hücresinin sadık bir militanıdır. Dolayısıyla yaptıkları zinhar Sünni İslâm'la, Ehl-i Sünnet'le bağdaştırılamaz. Saddam'ın icraatlarını ancak neo-mevali zihniyetine sahip milliyetçi sosyalist bir anlayışın tezahürü olarak görmek daha doğru olacaktır. Milliyetçi sosyalist Baas ideolojisinin fikir babası ise biyolojik olarak Arap olmasına rağmen Hristiyan olan Mişel Eflâk'tır. 

 

Kaldı ki Arapların içinde gayrimüslim olan insanlar da vardır ki Lübnan Cumhurbaşkanları prosedür gereği Katolik Hristiyan Arapların arasından seçilir fakat kayıtlara Maruni olarak geçmiştir. Aynı şekilde Antakya ve Kudüs Rum Ortodoksları Rum olarak kayıtlara geçirseler de büyük çoğunlukla Arap asıllı olan Hristiyanlardır. 

 

Nitekim Hristiyan Arap Mişel Eflâk'ın etkilediği kişi yalnızca Saddam Hüseyin değildir, Suriye'yi 61 yıl boyunca vesayetinde tutan Esed hanedanlığı da Mişel Eflâk'ın yetiştirmesidir. Baba Esed'in adı resmi kayıtlarda Hafız Esed olarak geçse de galiba yazınca çok uzun olup da kayıtlara sığmadığı için olsa gerek kısaltıp Hafız Esed yazmışlar çünkü Esed'in kimliği eksiktir, yüzü sahtedir. Yüzüne taktığı maskenin ardındaki gerçek yüzü ve tam adı Hafız Esed El-Mişel Eflâk'tır. Aynı şekilde oğlu Beşar Esed’in adı da Beşşaru Hafızı'l-Esed veya kısaca Beşşaru'l-Esed, Beşşar El-Esed olarak resmi kayıtlara geçmiştir. Fakat oğlunun da aynı babası gibi gerçek kimliğini kayda geçirirken çok uzun olup kayıtlara sığmadığı içindir ki onu da bilinen haliyle kayda geçirmişler. Fakat onun da gerçek kimliği aynı babası gibi Beşşaru Hafızı'l-Esed El-Mişel Eflâk'tır. 

 

Yani Saddam da, Esed de hiçbir şekilde Ortadoğu, Irak ve Suriye asıllı Müslümanların ve diğer kimlikten halkların kimliğini taşımadığı gibi Irak'taki ve Suriye'deki Müslümanlar ve diğer kimlikten halklar gibi de yaşamıyorlardı. Düşünce dünyalarının ve yaşam tarzlarının kimlerle örtüştüğünü de aşağıdaki satırlarda yapacağım aktarımlarla ortaya koymuş olacağız. Ortadoğu nasıl Esed gibi, Saddam gibi mazoşistlerin elinde yıllarca ırkçılığa dayalı mevali politikalarının yürütülmesi yüzünden perişan olduysa ve işgallere, iç savaşlara resmen davetiye çıkardıysa benzer tablolarla başka coğrafyalarda da karşılaşmak mümkün. İşte bu bağlamda unutturulmaya çalışılan başka bir örnek daha:

 

Tıpkı Ortadoğu gibi bir dönem Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında asırlarca süren huzurlu ve hoşgörülü anlayışa Osmanlı yıkıldıktan sonra hasret kalmış Balkan toprakları gerçeği ortadadır ki tıpkı Ortadoğu halkları gibi Balkan milletleri de Osmanlı dönemindeki huzuru, refahı ve babacanlığı arıyor. Ezcümle eski Osmanlı topraklarında Osmanlı yıkıldıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştır. İşte Balkanlarda da Ortadoğu’daki milliyetçi sosyalistlerin gerek yaşam tarzlarının gerekse düşünce dünyalarının benzeştiği kan kardeşlerini de unutmamak gerekir. 

 

II. Dünya Savaşı'ndan bu yana Avrupa'da gerçekleşmiş en büyük toplu insan kıyımı ve Avrupa'daki hukuksal olarak ilk kez belgelenmiş ve soykırıma kadar vardırılan katliam olarak tarihe geçen Srebrenitsa Katliamı da Enfal'den, Halepçe'den, Hama'dan, Guta'dan vahşilik boyutu bakımından zinhar ayırt edilemez ve birbirlerinden asla farkları yoktur. 

 

Sırp diktatör Slobodan Milosevic de Ortadoğu'daki mazoşistlerle aynı ideolojiye, aynı yaşam tarzına ve aynı dünya görüşlerine sahipti. Slobodan Milosevic de Yugoslavya döneminde birlikte yaşadığı halkların değil, Ortadoğu'daki mazoşistlerin dostuydu, kardeşiydi. 

 

Srebrenitsa'da Sırp güçlerinin günlerce yürüttükleri katliamlar sonucu 8 bin insan hayatını kaybetti.Yüzlerce kadın ve küçük yaştaki kız çocukları tecavüz mağduru oldu. 

 

Nasıl Ortadoğu Esed gibi, Saddam gibi mazoşistlerin elinde yıllarca ırkçılığa dayalı mevali politikalarının yürütülmesi yüzünden perişan olduysa ve işgallere, iç savaşlara resmen davetiye çıkardıysa Balkan toprakları da Milosevic gibi insanlıktan çıkmış zalimlerin elinde kan deryasına çevrildi ve emperyalist bombardımanlara davetiye çıkardı ki NATO güçlerinin Belgrad’da ve Balkanlar'da yaptıkları bombardımanlar da tıpkı aynı dönemlerde Amerikan-İngiliz koalisyon güçlerince Bağdat'ın ve Irak'ın bombardımana tutulmaları gibi hafızalarımızdaki yerini korumaktadır. Netice itibarıyla Ortadoğu'da kaos bitmezken Balkanlar da paramparça oldu. 

 

Elbette ki Slobodan Milosevic’in politikalarını Ortodoks Hristiyanlık inancı şekillendirmediği gibi Esed'in zihin dünyasını da Alevilik/Nusayrilik, Saddam'ın zihin dünyasını da Sünni İslâm inancı ve Ehl-i Sünnet itikadı şekillendirmedi. Onlar, ülkelerini baskıyla yönetebileceklerine inandırılmış birer aşırı milliyetçi ve sosyalist militandılar ve hiçbiri de inançta, düşüncede, davranışta birbirlerine uzak değildir. Mezhep veya dini inanç ise onlar için tamamen sostur ve süslü zarftır. Mazrufa, yani içeriğe bakınca maskenin düşüp iğrenç yüzlerin göründüğünü görebiliyoruz. Takke düştü kel göründü hesabı yani. 

 

Ezcümle katliam yapan, soykırım yapan, zulüm yapan, baskı yapan asla inanç ve maneviyat sahibi olamaz ve manevi duyguları yok olduğu gibi çoktan vicdanlarını da toprağa gömmüş iğrenç kimselerdir. Ve bu tiplere karşı da hangi dünya görüşüne, hangi inanca sahip olursak olalım haysiyetli ve medenî vatandaşlar zulmü lânetlemekle ve zulüm yapanların asla ne bir manevi duygusunun ne de bir vicdanının olmadığını idrak etmekle mükelleftir (yükümlüdür.)

 

Yazımı şu dua ve temenni ile sonlandırmak istiyorum:

 

 

Hazret-i Allah (c.c.), hepimizi göğsü merhametli insanlarla, vicdanı ölmemiş insanlarla haşretsin. 

Âmin! 

Şimdilik bu kadar

Selâm ve duâ ile… 

 

 

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve nethaberler.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.