FAS’TAN DÖNERKEN
FAS’TAN DÖNERKEN
FAYSAL ATMACA: FAS’TAN DÖNERKEN
FAS’TAN DÖNERKEN
Kazablanka’nın Rüzgârından Marakeş’in Kırmızısına Bir Medeniyet Yolculuğu
Uçağın kapısı açıldığında sıcak bir Afrika rüzgârı bekliyordum;
ama önce kulağıma çarpan Fransızca oldu.
Ezanın gölgesinde Fransızca anonslar…
Bir İslam ülkesinin üzerinde asılı duran eski bir sömürge sisinin bugüne taşan tınısı.
Kazablanka’ya böyle indim:
Bir yanda Atlantik’in tuzu, diğer yanda Fransız terbiyesiyle şekillenmiş sokaklar.
Geniş bulvarlarıyla, tramvay hatlarıyla, dik çizgili Fransız binalarıyla Kazablanka,
sanki Paris okyanusa taşınmış da, kültür kıtasını geride unutmuş gibi.
Ama şehir bir noktada kendi kimliğini geri çağırıyor:
Hassan II Camii ile.
Atlantik kıyısında dalgalarla konuşan bu muazzam yapı,
Fas’ın gurur nişanı.
Fakat bir tuhaflık var:
Cami vakitler dışında kapalı diğer tüm camilerde olduğu gibi.
Oysa Türk-İslam şehirlerinde cami hayatın kalbidir;
gündüz gece açıktır.
Burada ise cami, ziyareti saatle sınırlı bir anıt müzesi gibi maalesef.
Kazablanka’nın ayrıntılarında Avrupa etkisi belirgin:
alafranga tuvalet düzeni, eczanelerde yeşil veya kırmızı haç işaretleri, Fransızca tabelalar.
Sanki şehrin üstüne Avrupa’dan ince bir örtü serilmiş gibi.
Bu şehirde bizi ağırlayan Kazablanka Ticaret Odası,
samimi ve düzenli toplantılarıyla Fas–Türkiye ticari ufkunu genişletmeye niyetliydi ve güzeldi.
Özellikle Ticaret Ataşemiz Burcu Özergül Çolak Hanım,
tetikte bir zarafetle tüm görüşmelerimize öncülük etti;
bizim için adeta bir köprü oldu.
Kazablanka’nın koşturmacasından sonra Rabat,
insanı sakinleştiren bir düzen ve tarih duygusu veriyor.
Hassan Kulesi,
V.Muhammed Türbesi,
Kraliyet Sarayı vs.
Hepsi bir monarşinin asaletini taşırken,
aynı zamanda Fas’ın resmi yüzünü de gösteriyor.
Ama Rabat’ta da aynı manzara:
Camiler vakit dışında kapalı.
Bir İslam şehrinin ruhunun mimaride değil,
kapılarının açıklığında gizli olduğunu bir kez daha düşünmeden edemiyorum.
Rabat’ın karşı kıyısı Salé,
tarih boyunca daha muhafazakâr bir liman olmuş.
Dar sokaklarında hâlâ zanaatkârların sesi var.
Yine de Fransızca tabelalar, eczane haçları,
kolonyal gölgenin hâlâ kıyıdan kıyıya uzandığını gösteriyor.
Marakeş’e girdiğim an,
sanki bin yıllık bir masal kitabına dokunmuş gibi hissettim.
Toz ile baharatın, tütsü ile sıcaklığın karıştığı bir âlem…
Jemaa el-Fnaa Meydanı,
açık hava tiyatrosu gibi:
• Yılan oynatıcıları,
• Boynunuza atlamak için fırsat kollayan maymunlar,
• Falcılar, muskacılar,
• Meddahlar, hikâye anlatıcıları,
• Ve en şaşırtıcısı: ikinci el diş satan tezgâhlar.
Bu manzara geleneğin turizme teslim olup
folklorik bir gösteriye dönüştüğü yer.
Medina’ya girdiğimde Mahmutpaşa – Eminönü hattı geldi aklıma.
Fakat iki şehir arasındaki fark, iki ayrı medeniyetin nefesidir:
• Eminönü düzenli kaos, Marakeş düzensiz kaos.
• Yaya, motosiklet, eşek arabası aynı sokakta.
• Temizlikte gözle görülür fark.
• Türk han kültürüne karşı toprak-endülüs mimarisi.
• Türk esnafı ürünü gösterir; Marakeşli hikâye anlatır.
Fas’ta en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de şuydu:
Medrese, kültür merkezi, kıraathane,lokanta,cami dersliği.
Hepsinde sıra düzeni sahneye değil, kapıya bakıyor.
En öndekiler caddeyi izliyor;
arkadakiler önündekinin ensesini.
Marakeş’teki Yusufiye Medresesi Kuzey Afrika’nın en büyük ilim merkezlerinden biri olarak bilinir.
• 14. yüzyılda Merînîler kurmuş,
• 1565’te Saadîler yenilemiş,
• 900 öğrencilik kapasitesiyle döneminin en büyük medreselerinden olmuş.
Bugün ise ilim merkezinden çok,mimarisiyle gezilen bir hatırat mekânı.
Sedr ağacından oyulmuş kapılar,mozaiklerin uyumu,
avludaki suyun serin sesi…Ve yine insanın zihninde dolaşan o soru:
Bazı ülkelerde İslam yaşanıyor, bazılarında hatırlanıyor.
Marakeş’in kalabalığı içinde bir nefes almak isteyenler için
Majorelle Bahçesi adeta gökyüzünden kopmuş bir mavi damlası.
Yves Saint Laurent’in özenle koruduğu bu bahçe,
kobalt mavisi duvarların arasında dinginlik saklıyor.
Burada su sesiyle kaktüs gölgesi birbirine karışıyor;
insan şehrin gürültüsünü bir anda unutuyor.
Behiye Sarayı,
sedr kapıların oyma nefesleri,
mozaiklerle işlenmiş avluları,
yumuşak gölgeli odalarıyla
Mağrib sanatının en rafine örneklerinden biri.
Her odası sanki “hâlâ buradayım” diyen bir tarih anlayışı taşıyor.
Fas kültürünün kabile ruhunu modern bir gösteriye dönüştüren Chez Ali,
atlı birliklerin performansıyla başlayan,
Tekbir,müzik ve dans gösterileriyle süren bir şölen.
Bir milletin ritüelleri sahne ışıkları altında canlanınca
“geleneğin folklorikleşmesi” dediğimiz şey gözümüzün önünde gerçekleşiyor.
Argan ağacı ve türev şifalarınıda
anmadan geçemeyiz Fas’tan.
Fas Büyükelçimiz
İlker Kılıç beyin
heyetimizi büyük bir ilgi ve nezaketle karşılamasıda memnuniyetimize vesile oldu.
Gerek diplomatik görüşmeler,
gerek kültürel temaslar,
gerekse iş birlikleri açısından verimli bir istişare zemini oluşturan seyahatimiz,beraber olduğumuz ;iş insanı, siyasetçi ve eğitimci yol arkadaşlarımın
her biride seyahatin ayrı bir hatırasına imza attı.
Bu programı tüm incelikleriyle planlayan
İsmail Yaşar Bey,
gezi boyunca adeta görünmez bir mimar gibi çalıştı ve
her detayın yerli yerinde olmasını sağlaması da başka bir sevinç kaynağımız oldu.
Ve nihayet;
Fas bize renklerini, kokularını, tarihini sundu.
Marakeş insanın gönlünü tozuyla boyadı,
Kazablanka aklına düzeni hatırlattı,
Rabat kalbine ihtişamı fısıldadı.
Ama tüm bu gezide zihnimde en çok dolaşan hakikat şuydu:
Bir İslam şehrinin ruhu mimarisinde değil,
kapılarının açıklığındadır.
Cami kapalıysa şehir nefes alamaz.
Ezan hayata karışıyorsa şehir diridir.
Eczanesinden çarşısına, tuvaletinden derslik düzenine kadar
her şey bir medeniyetin aynasıdır.
Fas geçmişinden renkler sunuyor;
Türkiye ise İslam medeniyetini taşıyan, yaşatan
ve sesini dünyaya duyuran bir damar olarak duruyor.
Bu seyahat bana hem bir kıtanın hafızasını
hem bir medeniyetin diriliş ihtiyacını
yeniden düşündürdü vesselam
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.