FAYSAL ATMACA: SURET-İ HAKTAN GÖRÜNENLER
FAYSAL ATMACA: SURET-İ HAKTAN GÖRÜNENLER
SURET-İ HAKTAN GÖRÜNENLER (Sinsi Algılarla Dinin Kalbine Saldırı)
SURET-İ HAKTAN GÖRÜNENLER
(Sinsi Algılarla Dinin Kalbine Saldırı)
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan yöneticilere de…”(Nisâ, 59)
Asırlar boyu İslam düşmanlarının en sinsi planları, silahla değil sözle; kanla değil kavramla; açık savaşla değil perde arkasındaki algılarla yürütülmüştür. Çünkü bilirler ki, bir ümmeti yıkmanın en kısa ve etkili yolu, onun inanç merkezini hedef almaktır: Kur’an’ı, Sünnet’i ve bu ikisinin rehberliğinde şekillenen Müslüman kimliği.
Bugün, suret-i haktan görünen; ağzına Allah lafzını alarak konuşan, ancak hakikatte dini tahrif etmenin peşinde olan bir zümre, peygamberi devre dışı bırakma, cami merkezli hayatı dağıtma, sünneti sıradanlaştırma ve kaderi istismar etme gibi ince hesaplarla iman coğrafyamızda derin çatlaklar açmaya çalışmaktadır.
Bir yanda, “Kur’an bize yeter” diyerek Hz. Peygamber’in sözlerini itibarsızlaştıranlar; diğer yanda, bu sözleri adeta Kur’an’a rakip göstermek isteyen sinsiler… Bu iki uç, aslında aynı hedefe yönelmiş iki ayrı cephenin askerleridir: Dini parçalamak, Müslümanı yalnızlaştırmak.
Oysa mü’minler, Hz. Peygamber’in sözlerini hiçbir zaman Allah’ın sözlerine karşı değil, onların tefsiri, yaşanmış hâli, pratiğe dökülmüş şekli olarak görmüşlerdir. 15 asırdır bu inançla amel eden ümmet, “O, hevasından konuşmaz. O’nun söyledikleri vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm, 3–4) ayetiyle bunu net bir şekilde kavramıştır.
Bugün ise bu sinsi akıl, müminin gönlündeki Hz. Muhammed’i silmekte, onun rehberliğini gölgelemekte, dinde açıklık olanı karartmakta ve inancı fikir düzlemine mahkûm ederek yaşantısız bir dine zemin hazırlamaktadır.
Camiler için “Allah’ın evi” ifadesi, Müslümanlar için edebî değil, kalbî bir tanımdır. Çünkü cami, Allah’ın adının yüceltildiği, secdeyle yeryüzünün göğe bağlandığı, kardeşlikle safların birleştiği bir mekândır. Mü’minin nazarında “mukaddes”tir, çünkü gayesini Allah’a adamıştır.
Fakat sinsi zihin, bu ifadeyi kelime anlamına indirger; “Allah mekândan münezzehtir” gibi doğru ama bağlam dışı hakikatleri kullanarak camiyi itibarsızlaştırmaya çalışır. Ardında yatan niyet şudur: İnsanları sokağa mahkûm etmek, camiyi yalnızlaştırmak, ibadet hayatını dağıtmak.
Kur’an’ın kendisi mescitleri inşa edenleri över, orada dedikodu ve düşmanlık yapılmasını ise lanetler:
“Allah’ın mescitlerinde O’nun isminin anılmasına engel olan ve onların yıkılmasına çalışan kimseden daha zalim kim olabilir?”
(Bakara, 114)
Peygamber Efendimizin sünnet namazları bir emir değil, bir sevgidir. Allah Resulü’nün vaktini değerlendirme biçimi, Rabbinin huzurunda vakit geçirme özlemidir. Müminler içinse bu, bir yaklaşma vesilesi, örneğe uyma çabasıdır.
Ne var ki bazı akıllar bunu da “Kur’an’da yok” diyerek ibadet dışı gibi göstermek ister. Oysa sünnet, farzın gölgesi değil, onu kuşatan bereketidir.
Çünkü “Kim Peygamber’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 80)
Bu açık hüküm, sünnete karşı şüphe tohumları ekenlerin neye karşı durduğunu net bir şekilde ortaya koyar.
Bir diğer sinsilik de kader üzerinden inşa edilmektedir. Üç beş sahte entelektüelin ağız dolusu konuştuğu ama iman derinliğiyle hiç tanışmamış sözler, halkın zihnine şüphe olarak sokuluyor.
Kader, sanki “her şey önceden yazılmış, insan kukla” gibi sunuluyor. Oysa ehl-i sünnet çizgisi açıktır:
• İnsan irade sahibidir.
• Allah fiilleri yaratır ama faili insandır.
• Tabiat olayları Allah’ın takdiridir ama insan yaptığı işlerden sorumludur.
Bu denge, hem adaleti, hem iradeyi, hem de kulluğu içinde barındırır.
İslam’ı içten yıkma çabalarının bir diğer veçhesi de kadim filozofları çağdaş sapkınlıkların taşıyıcısı gibi göstermektir. Bu noktada hedef alınan isimlerden biri de İbn Miskeveyh’tir.
Bazı çevreler, onun el-Fevzü’l-Asgar adlı eserinde geçen “varlıkların derece derece tekâmülü” fikrinden yola çıkarak, Darwin’in evrim teorisini İslamîleştirme çabasına girmektedir.
Ancak bu, büyük bir çarpıtmadır.
İbn Miskeveyh’in tekâmül anlayışı;
• Biyolojik değil, ontolojik ve ruhsal bir gelişmedir.
• Hayvandan insana geçiş değil, insanlık mertebesine varış düşüncesidir.
• Allah’ın yaratışını inkâr değil, kudretini temaşa etmektir.
Oysa Darwinizm, yaratılışı reddeden, insanı tesadüflerin eseri gibi gören, Allah’sız bir açıklama modelidir.
Bugün “İslam zaten evrimi 830 yıl önce keşfetmişti” diyerek Darwinizmi aklama çabasında olanlar, aslında modern seküler bilim dinini, İslam kılığına sokmaya çalışmaktadır.
Kur’an’ın yaratılış vurgusu apaçıktır:
“O, sizi topraktan yarattı…” (Rum, 20)
“Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir.” (Mü’minûn, 14)
İbn Miskeveyh’in hikmet dolu düşüncesini evrimin arka bahçesi hâline getiren bu zihniyet, hem tarihi hem dini hem de aklı tahrif etmektedir.
Bugün Müslümanları Kur’an’dan değil, Kur’an’la; Peygamber’den değil, Peygamber’le birlikte; camiden değil, camiyle birlikte koparma çabası vardır. Bu yüzden algılar daha çok “suret-i haktan” görünmektedir.
Ama unutmamalıyız ki:
• Gerçek ilim, ayrıştırmaz; birleştirir.
• Gerçek irfan, bozmaz; onarır.
• Gerçek dindarlık, sadece konuşmaz; yaşar.
Müslüman olmak, sadece doğru bilgiye değil, doğru niyete de sahip olmaktır.
Kur’an’ı anlamak, Peygamberi örnek almak, camiyi merkez bilmek, sünnetle güzelleşmek ve kaderin hikmetini kavramak… Tüm bunlar bir bütündür. Bu bütünlüğe saldıran her fikir, ister laik, ister modernist, ister sözde dindar olsun; İslam’ın dışındadır.
İslam bir nurdur;
Ona gözünü kapatan değil, kalbini açan sahip olabilir.
Suret-i haktan görünenlerin maskeleri, ancak basiretle düşer.
Ve o basiret, Kur’an’la yoğrulmuş bir iman, sünnetle şekillenmiş bir hayat ve camiyle mayalanmış bir vicdan ile mümkündür vesselam.
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.