FAYSAL ATMACA: VAHYE KARŞI AKIL

FAYSAL ATMACA YAZDI! VAHYE KARŞI AKIL

Felsefe, insanın kendini, evreni ve hakikati anlama çabasıdır. Antik Yunan’dan bu yana birçok düşünce sistemi ortaya atılmış, insan aklını merkeze alan bu akımlar insanlığın yönünü şekillendirmiştir. Ancak bu düşüncelerle paralel olarak İslam, hakikati sadece akıl ile değil; vahiy, ahlâk ve hikmetle bütünleştirerek insanlığa evrensel bir rehberlik sunmuştur. Günümüz dünyasında hem felsefi akımların hem de İslam’ın bakışı çeşitli alanlarda iç içe geçerek varlığını sürdürmektedir.

Sokrates’in “sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez” sözü, insanın düşünerek hakikate ulaşabileceğini savunur. İslam ise bu sorgulamayı vahyin ışığında yapmayı öğütler:

“Onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünmezler mi?”
(Âl-i İmrân, 191)
Kur’an, insanı sürekli düşünmeye, akletmeye ve sorgulamaya teşvik eder. Ancak bu sorgulama başıboş değil; yaratılışın hikmeti, ölümün hakikati ve ahiret inancıyla derinleşen bir bilinçtir.

Platon’un idealar kuramı, hakiki dünyanın bu dünya değil, daha üst bir gerçeklik olduğuna dayanır. Bu yaklaşım, İslam’da dünya hayatının bir imtihan ve geçici yurt olduğu anlayışıyla örtüşür:

“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir. Asıl yurt ise ahiret yurdudur.”(Ankebut, 64)
Platon’un ideal devlet anlayışı, adalet ve erdem üzerine kuruluyken; İslam’da bu, şura, adalet, emanet ve ehliyet ilkeleriyle somutlaşır.

Aristoteles, aklı ve mantığı sistemli hâle getirerek bilimsel yöntemin temellerini attı. İslam’da akıl, imanın temeli olarak görülür. Fakat sınırları da vardır: Aklın yanında vahiy esastır.

“Düşünesiniz diye ayetleri açıklıyoruz.”(Bakara, 242)
İmam Gazali ve Farabi gibi İslam düşünürleri, Aristoteles’in mantık sistemini alarak vahyin sınırları içinde geliştirmiştir. “Altın orta” ilkesi, İslam’da da ifrat ve tefrit arasında denge (vasat ümmet) ilkesiyle karşılık bulur.

Stoacılık, insanın duygularını kontrol etmesini, kaderine razı olmasını öğütler. Bu düşünce, İslam’daki sabır, rıza ve tevekkül kavramlarıyla büyük benzerlik taşır.

“Sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.”
(Zümer, 10)

“Kim Allah’a tevekkül ederse, O ona yeter.”(Talak, 3)
Stoacıların “kontrol edemediğini bırak” yaklaşımı, İslam’da gayretin ardından tevekkül etmek şeklinde ortaya çıkar.

Epikür, ölçülü hazza dayalı bir hayatı savunur. İslam ise haz ve mutluluğu yasaklamaz, fakat onu helal dairede, sorumluluk ve şükür bilinciyle sınırlı tutar:

“De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram kılmış?”(A’râf, 32)

İslam’da mutluluk, nefsin kölesi olmakta değil, nefsin terbiye edilmesinde ve dünya-ahiret dengesinde gizlidir.

Kinikler, dünyaya karşı kayıtsızlıkla özgürlüğe ulaşmak ister. İslam’da zühd, yani dünyanın geçiciliğini bilerek yaşam sürmek esastır. Amaç dünyadan kaçmak değil, dünyayı kalbe sokmamaktır.

“Dünya sevgisi bütün günahların başıdır.”(Hadis-i Şerif)
“Gerçek hayat, ahiret hayatıdır.”(Ankebut, 64)
Bugünün gösteriş, tüketim ve şöhret takıntısına karşı İslam, takva ve tevazu ile cevap verir.

Septikler her bilgiden şüphe edilmesi gerektiğini söyler. İslam ise zan ile hakikat arasına sınır çeker:

“Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.”(Hucurât, 12)
Kur’an, sorgulamayı teşvik eder ama hakikatin ölçüsünü vahiyde arar. Bilgiye ulaşmak için şüphe bir araç olabilir; ama nihai hakikat, Kur’an ve Peygamber örnekliğinde tamamlanır.

Nihayet;
Klasik felsefi akımlar, insanın akıl yoluyla hakikati arama çabasının ürünüdür. Sorgulamak, anlamlandırmak, ahlâkı temellendirmek gibi birçok alanda önemli düşünceler ortaya koymuşlardır. Ancak bu çabaların çoğu, sınırlı bir aklın ürünü olarak, eksik, yoruma açık ve çelişkilidir. Özellikle “hakikat” iddiasıyla ortaya konan görüşlerin zamanla birbirini yalanlaması, bu eksikliğin en açık göstergesidir.

İslam ise aklı küçümsemeden, onu vahyin terazisine koyarak yön verir. Kur’an, akletmeyi teşvik eder; ancak insanı kendi aklına tapan bir varlığa dönüştürmez. Zira akıl yaratılmıştır; sınırlıdır. Yaratan’ın gönderdiği vahiy olmadan hakikate ulaşamaz, şaşar, yanılır, kibirlenir.

Klasik felsefenin temel açmazı da budur: Kendini merkeze alan insan, Tanrı’yı dışlayarak ya da yalnızca bir fikir nesnesi hâline getirerek kibir üretmiştir. Sokratik sorgulama, Platoncu idealizm, Aristotelesçi mantık, Stoacı içe dönüş ya da Epikürcü haz anlayışı… Her biri İslam’ın çok daha önce ve çok daha derin şekilde ortaya koyduğu ilkelerin soluk bir gölgesidir.

Bugün modern insan, hâlâ bu felsefi yollarla hakikati aramaya çalışmakta; ama her seferinde yüzünü yine Kur’an’a dönenlerin dinginliğinde, İslam’ın hikmetli düzeninde huzuru görmektedir. Çünkü İslam, tek başına aklı yüceltmez, onu imanla terbiye eder.

Dolayısıyla, felsefi akımların saygıdeğer arayışlarını kabul etsek de, hakikatin son sözü yalnızca İslam’dadır. Ve bu hakikat, ne modaya, ne çağa, ne tartışmalara, ne de filozofların değişken görüşlerine ihtiyaç duyar.