FAYSAL ATMACA: AKLIN TEKELLEŞMESİ
AKLIN TEKELLEŞMESİ
Tevhid-i Tedrisat ve Kopya Çağının Akıl Tutulması
NETHABERLER - FAYSAL ATMACA
“Eğitimin birliği” adı altında bir medeniyetin hafızası silinirse, yetişen nesil başkasının zihniyle düşünür, başkasının doğrularına inanır.
3 Mart 1924… Türkiye Cumhuriyeti, yeni kurulan rejimin ideolojik zeminini inşa ederken, tarihin en sarsıcı eğitim yasalarından birini yürürlüğe soktu: Tevhid-i Tedrisat Kanunu.
Görünürde basit bir “eğitim birliği” sağlama girişimi gibi sunulan bu yasa, aslında çok daha derin bir müdahaleydi:
Bir milletin bilgiyle kurduğu bütün bağları kesmek, hafızasını formatlamaktı.Bu kanunla birlikte medreseler kapatıldı, tasavvufî eğitim yasaklandı, farklı bilgi gelenekleri ortadan kaldırıldı. Kalan tek şey, Batı’dan ithal eğitim modelleriyle “çağdaş birey” üretmekti. Fakat bugün, aradan geçen bir asra rağmen ortada duran gerçek şu:
Bir asırlık eğitim sistemi, kendi içinden dünya literatürüne bir tek özgün ilim adamı çıkaramamıştır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Şeriye ve Evkaf Vekâleti’ne bağlı tüm medreseleri kapatarak eğitimde “tek sesliliği” sağladı. Artık bütün okullar Maarif Vekâleti’ne, yani bugünkü Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olacaktı.
Bu adım, devrimlerin sürekliliğini sağlamak için elzem görülüyordu. Ancak:
• Eğitim artık tefekkürden değil, talimden ibaretti.
• Hikmet ve ahlak eğitimden çıkarıldı; yerine doktriner ideoloji yerleştirildi.
• Medrese ehli ilim, “gerici” yaftasıyla tasfiye edildi; yerine kalıba uygun memurlar yetiştirildi.
Osmanlı’nın son dönemindeki medreseler tartışmaya açık olsa da, yetiştirdiği büyük isimler inkâr edilemez:
İbnü’l-Arabî, Kâtip Çelebi, Taşköprülüzâde, Ebussuud Efendi…
Bu isimler sadece dinî değil, aynı zamanda astronomi, matematik, felsefe, tıp, tarih gibi alanlarda da derinlemesine eserler verdiler. Medrese, insanı “tek boyutlu” değil; hem aklı hem kalbiyle bilen bir varlık olarak yetiştiriyordu.
Bugünün üniversiteleri ise çok sayıda profesör, binlerce yayın ve sayısız makaleye rağmen;
• Bir tek özgün teori üretememiştir.
• Dünya çapında yeni bir kavram, model ya da literatür terimi sunamamıştır.
• Ve en acısı: Öğrencilerine kendi medeniyetine ait bir yön pusulası verememiştir.
Bugün Türkiye akademisinde hakim olan zihniyet şudur:
“Batı ne diyorsa onu öğren, sınavı geç, kadro al ve sus.”
Akademisyen; yeni bilgi üretmek, kendi kelimesini kurmak yerine, var olanı tekrar etmekle yetinir. “Literatüre katkı” yerine “yayın puanı”, “ilim” yerine “ölçülebilir çıktı” esastır.
Bu nedenle:
• Felsefede Kant’tan öteye geçemeyiz.
• Sosyolojide Durkheim’dan öteye düşünemeyiz.
• Psikolojide Freud’un hastalıklarını reçete sanırız.
• İlahiyatta bile Batı oryantalizmini referans alırız.
Oysa ilim, taklitle değil; medeniyetle ve kelimeyle kurulur.Ve maalesef, Tevhid-i Tedrisat’tan bu yana eğitim sistemi kendi kelimesini kuramamıştır.
Bugün dünya çapında tanınan Türk bilim insanları var: Aziz Sancar, Gazi Yaşargil, Erol Gelenbe…
Ama dikkat edin:
Hiçbiri Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinin yetiştirdiği, geliştirdiği ve desteklediği bir ürün değildir.
Ya yurt dışında okumuşlar, ya da Türkiye’deki sistem dışına çıkarak yükselmişlerdir.
Bu da şunu açıkça ortaya koyar:
“Tevhid-i Tedrisat’ın ürettiği sistem, sadece tek tip insan üretmiş; düşünen, üreten, sorgulayan bireyi sistem dışı bırakmıştır.”
Bu noktada sorulması gereken soru şudur:
Bu sisteme daha ne kadar iman edeceğiz?
Bu kanuna ve onun yarattığı düzene bağlılık, bir inanç sistemine dönüşmüş durumdadır.
İtiraz eden “mürteci”, sorgulayan “gerici”, yeni bir şey söyleyen “sistem düşmanı” ilan edilir.
Oysa sorgulamak, imanın da ilmin de esasıdır.
Yeni bir başlangıç mümkün mü?
Evet, mümkündür. Ancak bunun için:
1. Eğitimin amacı “insan inşa etmek” olarak yeniden tanımlanmalı.
2. Müfredatlar; fıtrata, kültüre ve akla göre yeniden düzenlenmeli.
3. Üniversiteler taklitçi sistemden çıkıp, kelime üreten mekânlara dönüşmeli.
4. İlahiyat, sosyal bilimler, beşeri bilimler yeniden kendi medeniyet birikimiyle barıştırılmalı.
5. Eğitim sadece devlete adam değil, millete şahsiyet kazandırmalı.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu, bir çağın ihtiyaçlarına göre belki geçici bir adım olarak değerlendirilebilir.
Ama yüz yıl geçmesine rağmen hâlâ aynı anlayışla eğitim yapılıyorsa, bu artık kanun değil, bir akıl tutulmasıdır.
Ve artık sormalıyız:
• Neden her şeyimiz var ama düşüncemiz yok?
• Neden her yer üniversite ama tek bir hikmet kaynağı yok?
• Neden bu kadar diplomaya rağmen, bu kadar çok değersizlik yaşıyoruz?
Çünkü bir millet, kendi çocuklarına başkasının aklıyla eğitim vermeye devam ettikçe, o aklın hizmetkârı olur.
Şimdi bir yüz yıl sonra ilk defa sorunun adını doğru koyma ve yeni bir kelime kurma zamanıdır vesselam.