Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

TARİHİN SONU KİME ÜMİT VERİYOR

Bu haberin fotoğrafı yok

Her başlangıcın bir nihayeti olduğuna göre tarihin de bir sonu olduğu muhakkaktır. Her geçen zaman diliminde, geleceğin bu anın bir parçası olması ile geçmiş daha iyi idrak edilebilmektedir. Yani tarih esasta zaman ilerledikçe anlamını daha iyi kavrayabileceğimiz bir bilimdir. Bu yalnızca yeni belgelerin ortaya çıkması ile sınırlı değildir. 

Tarihçiler tarafından incelenen ve aslında akıp gitmiş olan zamanlar bugünden yazıldıkça,  tarihçilerin içinde bulundukları anlayış ve idrak ile esasta yeniden inşa edilmektedir.

Bugün kendilerini diğer devletlerin üzerinde gören bazı devlet (ler) tarihsel geçmişin bütün mirasını taşımadıkları halde sadece askeri ve ekonomik güçlerini kullanarak dünya devletleri ve milletleri üzerinde korkuya dayalı bir itaat beklemektedirler.

İnsanlık tarihi boyunca devletlerin sahip oldukları güç nispetince halkın nazarında bazen korku bazen sevgi ile karışık itaat bulunmuştur. Devletin görkemi halkın itaati ile doğru orantılıydı.  Ancak “evrensel devlet” olma arayışının “evrensel zorbalığa” dönüştüğü ile ilgili ciddi şüpheler vardır.

Toynbee’nin tasnifinde Osmanlılar durdurulmuş (arrested) bir medeniyetti. Peki, durdurulan bu medeniyetin yeni bir kalkışması olacak mıdır?

Bazı tarihçilere göre Osmanlı İmparatorluğu’nun tek ardıl devleti Türkiye Cumhuriyeti’dir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın taşıdığı geleneksel mirası kuruluş aşamasında redderek ortaya çıkmış olan siyasi bir yapıdır.  Reddedilen bu mirasa tekrar talepkâr olunması içte ve dışta nasıl bir karşılık bulabilir?

Devlet siyaseti başa geçen hükümetin siyasi ideolojisi ile bağlantılı olduğu müddetçe uzun vadeli stratejilerin yapılması çok zordur. Türkiye bir kıyafet giymek istiyor ancak bu kıyafetin ölçüleri ile uygunluk taşıyan bir yapıya ulaşabildiği tartışılır.

 Her zamanı kendi şartları içerisinde değerlendirmek ortak aklın öngördüğü bir yaklaşımdır. 

Büyük insanlık macerasında her toplum onu oluşturan yapının temel öğesi olan İNSAN ile var olmuştur. Geçmiş kültür ve medeniyetlerin birbirlerinden etkilenerek bugünkü seviyesine ulaştığı bir gerçektir. Bugünkü medeniyetimiz dünyadaki bütün ulusların az veya çok katkısı ile oluşmuştur. Kendi milletini yüceltmek adına kimse diğerinin İnsanlık medeniyetine katkısını küçümseme hakkını kendisinde görmemelidir.

Batı medeniyetinin bugün geldiği yeri İNSAN unsuruna yüklediği anlamda aramak icap eder. 4 Temmuz 1777’de ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde; “:”Bütün insanların eşit yaratıldıklarına; yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz“. Sözlerine yer verilmesi üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir ifadedir.

Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde ortaya çıkan yönetim ilkeleri için Thomas Jefferson şunları söylemiştir:

Biz şu gerçeklerin açık olduğu görüşündeyiz: bütün insanlar eşit yaratılmışlardır, onları yaratan Tanrı kendilerine vazgeçilemez bazı haklar vermiştir, bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve refahını arama hakları yer alır, bu hakları korumak için insanlar arasında meşru, iktidar hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alan hükümetler kurulmuştur. Herhangi bir hükümet şekli, bu amaçları tahrip eder bir nitelik kazanırsa, onu değiştirmek veya kaldırmak ve temelleri kendi güvenlik ve refahlarını sağlamaya en uygun görünecek ilkeler üzerine dayanan, güç ve yetkiyi aynı amaçla örgütleyen yeni bir hükümet kurmak o halkın hakkıdır.”

İnsan hakları kavramının hukuksal anlamda ortaya çıkışı 1215 yılında İngiliz kralının yetkilerinin sınırlandırılmasından hareketle “Magna Carta”dan başlatılmaktadır. Ancak Magna Carta halka kısıtlı bazı konularda hak ve özgürlükler verilmesinin yanında daha çok kralın sonsuz sayılabilecek yetkilerini sınırlamak amacı taşımaktadır.

Magna Carta’dan 583 sene önce 632 senesinde Hz. Muhammed’in Veda Hutbesi’nde; İnsanın can, mal ve namus saygınlığının korunması… Kadınların hakları… Kardeşlik ruhu… Suçun bireyselliği… Can, ırz, şeref, haysiyet, hürriyet ve mülkiyet hakkının her türlü saldırıdan korunmuş olması… Irkçılığın yasaklanması… Her hak sahibine hakkının verilmesi… Tüm insanların Âdem’in çocukları olarak eşit olduğu ve topraktan yaratıldığı, etnik ayrımcılığın yasak olduğu…gibi evrensel anlamda insan hakları ile ilgili oldukça geniş bir içeriğe sahiptir. 

Veda Hutbesi’ndeki ayrıntıların Magna Carta’yı her açıdan gölgede bıraktığı açıkça görülmektedir. Hatta Veda Hutbesi’nde zikredilen temel kuralların birçoğu bugünün modern yaşamında bile hâlâ daha sağlanamamış temel ilkelerdir.

Magna Carta’dan sonra gelen önemli belge Amerika’da 2 Temmuz 1776’da kabul edilen “Bağımsızlık Bildirgesidir”.  Bu bildirgede “Bütün insanların eşit yaratıldıklarına; yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz” sözlerine yer verilmesi dikkat edilirse içerik olarak  Veda Hutbesi’nde yer alan “Tüm insanların Âdem’in çocukları olarak eşit olduğu ve topraktan yaratıldığı, etnik ayrımcılığın yasak olduğu” maddesini çağrıştırmaktadır.

1789 Fransız İhtilalından sonra kabul edilmiş olan “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” ise insanların eşit doğduğu ve eşit yaşamaları gerektiği, insanların zulme karşı direnme hakkı olduğu, her türlü egemenliğin esasının millete dayalı olduğu ve mutlak egemenliğin bir kişi ya da grubun elinde bulunamayacağı, devleti idare edenlerin esas olarak millete karşı sorumlu olduğu, ortaya konuyordu.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yer verilen hükümleri “hak” ve “insan hakkı” kavramlarından tam olarak neyin anlaşılması gerektiğinin bilinmesini zorunlu kılmaktadır.

Diğer varlıklar ile kıyaslandığında insan varlığının hususi bir yaratılışla yaratıldığı muhakkaktır. İnsan Allah’ın büyük mazhariyet ve değer verdiği bir varlıktır. Bugün batı uygarlığının medeniyette başı çekmesinde ‘İNSAN HAKLARINA’ verdiği değeri göz ardı etmemek gerekir.

Hz. Muhammed’in (S.A.V.) ortaya koyduğu İNSAN HAKLARI nizamı tarihi boyunca medeniyet alanında belirgin bir iz bırakmamış, kabile devletinden birleşik bir Arap devleti dahi kuramayan  Arabistan halkını tarihte benzeri görülmemiş bir noktaya taşımıştır. Böylelikle Araplar İslam’ın ortaya koyduğu insan merkezli anlayış ile tarihe parlak bir iz bırakmayı başarmıştır.

Bu anlayış daha sonraki süreçte İslam’ı benimseyen diğer milletleri de ileriye taşımıştır. Ancak Müslümanlar kendilerine peygamberleri tarafından emanet edilen İNSAN HAKLARI anlayışını sonraki süreçte korumayı başaramamıştır.

İnsanı ve İnsan haklarını esas alan bir düşünce makbul bir düşüncedir. Batı insan hakları beyannamesi ile İNSAN’ı temel almıştır. Bugün geldiğimiz noktada Batı uygarlık değerlerini temsil eden devletler ile Müslüman bir devletlerdeki insan haklarını mukayese ettiğimiz zaman Müslümanlar mahcup olacaklardır.

Dünyada sığınılacak ülke arayan mültecilerin kendi ülkelerindeki olumsuzlukların kaynağı olarak gördükleri Batıya sığınmak için çareler araması düşünülmesi gereken bir konudur.  Müslümanların kâfir olarak gördüğü diyarlara çocuklarını eğitim için göndermesi Batı medeniyetinin üstünlüğünün fikren kabul edildiğinin göstergesidir.