ADEM GÜMÜŞ Kimdir -Kendisiyle Söyleşi
1976 senesinde Konya’nın Seydişehir ilçesinde doğdu. İlkokulu köyde, liseyi ilçede İmam Hatip Lisesinde bitirdi. Ankara’da üniversite öğrenimi gördüğü yıllarda çeşitli yayın organlarında aktif görev aldı. Mezuniyeti sonrası 2000 yılında Milli Eğitim Bakanlığına bağlı liselerde Coğrafya Öğretmeni olarak çalışmaya başladı. Son olarak Karaman’da Fen Lisesinde yönetici olarak görev yapmakta iken 2010 yılında öğretmenlik görevini bırakarak üniversiteye geçti. Halen Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Merkez Kütüphanesinde yönetici olarak görev yapmaktadır.
Yakın zamana kadar birçok Sivil Toplum Kuruluşunda yönetici ve gönüllü olarak görev aldı. Geçmişte ulusal ve yerel yayın organlarında sayfa ve köşe yazarlığı yanında dijital platformlarda televizyon programları da yapmış olan yazar evli ve dört çocuk babasıdır.
Kaleme aldığı “Ebabillerin Ölümü Öldürdüğü Gece”, “Kuyudaki Züleyha” ve “Süveyda” isimli romanlarının yanı sıra bir de “Yalnızlık Karantinası” adlı şiir kitabı bulunmaktadır.

Hasbihâl
Hocam, hasbihale oldukça kısa ama mana derinliği ziyadesiyle fazla olan bir soru ile başlamak istiyorum. “Şiir denen lahuti giz nedir ve hakiki manada şair olmak denen sırlı payeyi nasıl tanımlarsınız?”
Zor bir soru. Şöyle bir izahat yapayım o vakit. Yaradan tarafından yaratılan ilk şeyin kalem olduğu rivayet olunur. Bu kalem ki bittabi kudret kalemidir ve yazmaya emrolunduğu o lahuti an yazının ve kelamın da halk olunduğu andır. İşte bu saikle o sırlanmış kalemle, adeta esrar-ı güzin olan kelamın o mahfuz kâğıtta gizlice buluşma anı başlı başına bir şiirdir. Bunun üstüne varsa söylenecek güzel sözünüz ancak odur şiir, aksi halde şiir niyetine sarf edilse dahi bu tacı taçlandırmayan ne varsa laf-ı güzaftan ibarettir. Bundandır ki şiir son derece hassas bir sanatın icrasıdır ve belki de Yaradan’ın insanlara yiyin diyerek bahşettiği bir nevi yasak meyvedir. Öyle ki koparması helal olmayan ama yenmesi helal olan bir meyve… İşte gerçek manada şairlik meselesi bu denli zor ve rikkat gerektiren bir haldir. O kadar ki o koparması helal olmayan ama yenmesi helal olan sözden yana meyveyi kopartmadan yiyebilmek ve ikram edebilmek sanatıdır. Bu sanatı icra etiğini ifade eden bir kişi o andan itibaren şairlik iddiasında bulunmuş demektir. Bu iddiasını ispata kalkışmak gönül denen yerde harf harf sözlerin arasına kilitlenmiş bir hazineye ulaşması ile başlar. Ezcümle ancak o hazineyi açabilenler ve o sözden yana yasak meyveyi kopartmadan yiyebilen ve ikram edebilenlerdir şairler. Umarım mesele vuzuha kavuşmuştur.

Sizde birçok yazar ve şaire göre farklı bir damarı sezinledim. Şiirlerinizde ya da diğer birçok yazınızda hele ki paylaşımlarınızda kelimeleri cümlelerle oyun oynarcasına kullandığınızı fark ettim. Çoğu kez tebessüme de neden olan bu durum nasıl ve neden olmakta?
Aslına bakarsanız bunun doğru olduğunu söylemek kolay olsa da nasıl ve niçin olduğunu söylemek o denli zor. Beynimde yer etmiş bir ekibin benden habersiz bir şekilde zaman ve sınır tanımaksızın kelimeler üzerinde sinsice çalıştığını düşünüyorum. Birçok yazar ve şair kelimelerin nereye baktığı ile ilgilenirken, benim zihnimde yer edinen ve ne olduğunu bile bilmediğim o mevhum mekân kelimelerin nereden baktığı ile ilgilenmekte. Bazen göze hitap eden sıra dışı bir sehli mümteni bazen de kulağa hoş gelen derin bir ironinin ansızın karşımda bir mahya gibi asılıverdiğine şahit oluyorum. Bu konuda diyeceklerim bu kadar gerisini bende bilmiyorum.
Sizin şiir yazmak yanında seslendirmek gibi ayrı bir pencereniz daha var. Sahi bu pencere nereye açılıyor?
Ses hiç kuşkusuz müstesna bir iletişim aracıdır. O kadar ki insanların yegâne anlaşma yolu olan konuşma yetisinin kendisidir ses. Aslına bakarsanız hayat madde ve manaya giydirilen renkten ve sesten ibarettir. İnsan renkler yanında çoğu kez duyguların, duygular da şüphesiz sesin eseridir aslında. Gülmek ve ağlamak gibi mesela… Ünlü bir mütefekkirin “Bir işi eliyle yapana işçi, aklıyla yapana usta, gönlüyle yapana da sanatkar dedir” sözüne ilaveten hiçbir karşılık beklemeksizin ve seve seve yapana da âşık dedir cümlesini ilave etmek yanlış olmaz diye düşünüyorum. Bazen bir şeyi yazmak yapmaktan; bazen de söylemek yazmaktan daha etkili olabilmekte. Her ne kadar şiir yazma hususunda henüz işçilik ile ustalık arasında bir yerde olduğumu düşünsem de şiirleri seslendirmek hususunda tarifsiz bir aşkın beni henüz usta bir sanatkar olamadan son merhaleye ulaştırdığını ve şiire âşık ettiğini düşünüyorum. Elbette ki kuru kuruya yalın bir sevda ile olacak bir şey değil şiire sesinizle, nefesinizle renklendirilmiş bambaşka duygular biçip ahenkli ritimlerle tarifsiz düşler giydirmek. Şiiri okumaktan ziyade bu konuda mahir birinden sesli olarak dinlemek arasında anlatılmaz derece fark vardır elbette. Tınısıyla, tonuyla ve kulakta bıraktığı o müstesna senfonik etkisiyle okuyanın sesini tezyin eden ahenkli bir melodiyle güzelce seslendirilmiş bir şiir, sizi zihninizle gönlünüz arasında ardı ardına açılan pencerelerin önüne getirip bırakıverir. Bırakmakla kalmaz hatta kimi zaman gitmek istediğiniz yerlere kolayca; kimi zamanda gitmek istemediğiniz bir dünyaya tatlı bir cebirle de olsa alıp götürecektir. Tabi ben bu konuda yeterli cihazlara, malzemeye, zamana ve stüdyoya sahip olmadan amatörce yapmaya çalıştığımı ifade etmek isterim.

Elbette ki yaptıklarımız kadar, düşündüğümüz ve yazdığımız her şeyden hesaba çekileceğiz. Ruz-i mahşer’de Yaradan derse ki bu şiirler neden ey kulum, ne cevap vereceksiniz?
Bu soru daha zormuş. Tabi bu durumda evvela malum rehberlere bir bakmak lazım… Kuran’da şiirle ilgili doğrudan bir yasak yok. Lakin Peygamberimizin hiç şiir yazmadığını bilsem de bazı şiirleri dillendirdiğini ve o zamanın meşhur şairlerine taltif ettiğini bilmesem bir satır dahi olsun şiir yazmazdım. Yani şiir yazmak günah değil günah olan yüklediğiniz anlamlardır. Bu yüzden sözlerin nereye gittiğini iyi hesap etmek lazım… Hassaten aşk, sevgili ve inanç vb. hususlarda sarf edilen sözlere çok dikkat edilmeli. Her ne kadar bu sorunuza burada tumturaklı cevaplar verecek olsam da huzura varınca ne derdim inanın ben de bilmiyorum. Ama dilimin bağı çözülürde cevap vermeye takatim, hakkım ve haddim olursa şunları derdim ya da çaresiz demek zorunda kalırdım. “Ya Rabbi bütün yaptıklarımı senin rızan için yapmak düşüncesini ve inancını zihnimde ve gönlümde her daim bir zemberek misali yaşatmaya çalıştım. Şiirden yana da ne yapmışsam bu hissiyat ile yapmayı arzu ettim. Ne var ki hata işlemeye meyyal olan bir kul olarak nefsimin galebe çaldığı ve gaflete düştüğüm, yanlış olduğunu akledemediğim o anların tezahürü sözlerimden ibaret şiirlerimden yana bağışlamanı dilerim. Bilirdim ki aşk aklın âdemidir. Senin halk ettiğin o tarifi, tavsifi ve tasviri yazıyla ve de sözle anlatılması imkânsız olan aşkın farkında olmadan esiri olduğum anlarımda dilimden dökülen şiirlerim için beni affeyle. Yazdığım yahut yazmayı düşlediğim bütün şiirlerimde senin noksansız isim ve sıfatlarını terk edecek, reddedecek, tenzih etmeyecek bir kelamı kullanmaktan sana sığındım. Eğer ki bilmeden masivaya düşmüşken, hele ki zerre miskal behimi arzuların tasallutuyla mülhem yazdığım şiirlerimden ötürü bağışlamanı dilerim…”
Bunları der miyim, diyebilir miyim bilmiyorum ama çoğu kıyl-u kal ve acziyet tahayyülü sözlerden ibaret şiirlerim hususunda af dilemekten başka çarem yok sanırım. Allah affetsin!
Faraza dünyanın en güzel şiirini yazmakla emrolunsaydınız adı ne olurdu ve satırları neyle bezerdiniz?
Sahi bunu hiç düşünmedim. Emir büyük yerden olunca adı ne olurdu? Muhtemelen “Oku!” emrine ve bir gün bizi bulacak olan “Okudun mu?” sorusuna cevap olsun diyerek “Okudum” olurdu. Evet evet başlığı “Okudum” olan bir şiir… Tabi ki şiirin içerisinde de okumuş olduğumu ifade eden sözler olurdu. Hem de en baştan itibaren… Mesela yazmak isterdim varlık denen özü hem de alem-i ervahta verdiğimiz o özü. Rabbin yüce şanından ve de Adem’in yaratılış anından bahsederdim. Kabil’in attığı taşı bir de Yakup’un döktüğü yaşı nakşederdim satırların içine. Nuh’un yaşadığı nasıl bir tufandı, Eyyub o cefaya nasıl dayandı anlatırdım herhalde. İbrahim’in putları kırışını hele hele Süleyman’ın kuşlara haykırışını nasıl dile getirmez insan. Musa’nın asa ile olan methini, İsmail’in bıçakla anılan teslimiyetini mutlaka koyardım. Yunus’un karanlıkta balığa teslim olan tahtını, Kenan diyarının Davud’la değişen o bahtını iliştirirdim bir yerlere. Hele hele İsa’nın lahuti bir el ile göklere yükselişini ve de Sultanlar Sultanını’n yeryüzüne rahmet olarak inişini gözyaşlarım eşliğinde satır satır yazmak isterdim. Bitirmezdim hemen tabi. Dedem Alparslan’la duyulan ünümü, ceddim Ertuğrul’la bitmeyen dününü de anlatırdım. Ecdadım Fatih’in çağlara uzanan fethini, dahası Abdülhamid’in feraset dolu heybetini dokurdum cümle cümle… Ne bileyim işte, daha kim bilir neler neler yazmak isterdim. Allah niyetimi kabul etsin vesselam…