Düğüm!..
Yaşarken sadece düğüm “çözmeyi” değil, düğüm “atmayı” da öğrenmeli insan.
İsmi gibi, dünya tatlısı güzel bir kız çocuğudur Cemanur. Henüz üç aylıkken annesi tarafından terk edildi. Bakımını bir süreliğine babasının yakın akrabaları üstlendi. Bir yaşını doldurmuştu ki babası, Cemanur’u kabul etmesi şartıyla, anlaştığı bir hanımla izdivaç kararı aldı.
İlk yıllar mutlu bir aile tablosu… Ancak zamanla bu tablo yerini mutsuzluğa bırakmıştı. Her şey, yeni doğan kardeşinin gözlerini dünyaya açmasıyla başlar. Cemanur, ikinci plandadır artık. Çocuk kalbi saf ve tertemizdir. Karşılaştığı farklı muameleyi bir türlü anlayamaz. Beş yaşındayken ikinci kardeşi dünyaya geldi. Yaşadığı durumu kendince anlamlandırmaya, kafasında oluşan “neden ve niçin?” sorularına cevaplar bulmaya çalışır.
Yedi yaşına girdiğinde, itilme, kakılma, küfür ve hakaretin yerini şiddet almıştı. “Şiddet, şiddeti doğurur.” Üvey annesinin şiddeti, Cemanur’u daha da hırçınlaştırır ve kardeşlerine şiddet ile karşılık vermesine sebebiyet verir. Bunun sonucu olarak da kimi zaman üvey annesi tarafından bir odaya kilitlenir oldu Cemanur. Yine odasına kilitlendiği bir gün, pencereden dışarıyı izliyordu. Gün boyu yağan yağmur, penceresinin siperliğinde oluşan minik çukuru su ile doldurmuştu. Gününü çukura düşen yağmur damlacıklarını saymaya ve her damlacığa isim bulmakla geçirdi. En minik çukura “gözyaşı” ismini verdi ve sonra hayalleriyle hemhal olmaya koyuldu. Önündeki kâğıda düşlerindeki geminin resmini çizdi. Yağmurun şiddetlendiği bir anda, “bulutlar neden bu kadar ağlar ki?” dedi. Havanın kararmasıyla birlikte sokaktaki çam ağaçlarının koynuna sığınan kuşlara gözü ilişti bu kez. Dışarıda olmalarına rağmen, sığınabildikleri ağaç dalları vardı ve bir kez daha daldan dala uçuşan kuşlar gibi sığınabileceği sevgi evinin hayalini kurmaya başladı Cemanur.
Üzerindeki baskı ve şiddet daha da artarken, zor şartlar altında okuluna devam etti. Çalışkan bir öğrenciydi, okuldan eve döndüğü her gün sokaklarındaki markete uğrar, marketi dolaşır ama bir şey alamadan dışarı çıkardı. Marketten çıktığı bir gün, sokağın en sonundaki küçücük bir dükkân ilişti gözlerine. İki basamak indikten sonra açılan kapının ardında sakallı bir amca gözlüklerini takmış; elinde makas, önündeki kumaşa şekil vermekle meşguldü. Göz göze geldiklerinde, amca eliyle “gel” işareti yaptı. Tereddüt etti, endişe ve çekince ile yanına gitti. Evet, burası bir terzi dükkânıydı. Dışarıdan görünen darlığı, içindeki ferah ve huzur veren havayla birlikte genişliyor ve sanki fırtınada yolunu kaybeden gemilere sakin bir liman oluyordu. “Hoş geldin hanım kız, kimsin kimlerdensin?” dedi terzi. Cemanur kendisini tanıtmaya başladı. Anlattıkça anlatası geliyor, buradan hiç ayrılmak istemiyordu. Zamanla aralarındaki bu samimi bağ daha da kuvvetlendi ve bu küçük kız çocuğunun yaslandığı bir dağ oluvermişti. Seyfettin amca ile sohbet etmek ona huzur veriyordu. Dükkân küçüktü ama içeri girenlerin yüreğini ferahlatırdı. Seyfettin amca çalışmaktan ziyade, dükkâna gelen misafirleriyle ilgilenir, onlara çay ikram eder, problemlerini dinler; gücü nispetince kendilerine yardımcı olmaya çalışırdı. Hayatı ve geçmişi hakkında çok az şey biliniyor olsa da dedesinin sonradan gelip mahalleye yerleştiği söylenirdi. Hakkındaki en net bilgi, dinleyenleri tarafından hayranlık uyandıran ilimi birikimiydi; çünkü vaktinin büyük bir kısmını okumaya ve ilme adamıştı Seyfettin amca.
-Merhaba Seyfettin amca
-Merhaba, hoş geldin Cemanur.
-Nasılsın?
-Çok şükür, elhamdülillah. Şu gök kubbede hoş bir sadabırakabilirsek ne mutlu bize. Biz insanlar için en büyük Hafize budur. Çok yaşadım diye sevinmemeli, dünya hayatı içinde nasıl bir eser bıraktığına bakmalı, ona göre sevinmeli, ona göre üzülmeli insan.
-Seyfettin amca, diktiğin ceketi neden söküyorsun ki?
-İşimiz bu Cemanurcuğum. Bir yandan düğüm ve dikişleri çözüyor, bir yandan da düğüm atıyor, dikiş dikiyoruz. Yaşarken sadece düğüm çözmeyi değil, düğüm atmayı da öğrenmeli insan; değil mi!?.
Sözlerinde hep bir hikmet ve toplum için alınması gereken hayat düsturları vardı. İnce işçilikle bezenen dersler ve hikmetli sözler, geometrik bir uyum halinde insan mimarisinin asli unsurlarını inşa ediyordu adeta. “İnsan” yetiştiren bir okuldan farksızdı Seyfettin amca. Onun okulunda ne duvarlar vardı ne de sınırlar… Yaşın da cinsiyetin de bir ehemmiyeti yoktu. Sözleri dilden dile dolaşır, küçük büyük hemen herkes, insan ruhunu ve zihnini besleyen benzersiz bir eğitimin müfredatı ile yetişmiş olurdu.
Papatyaları çok severdi Cemanur. İlkbaharda geçtiği yolun iki yanını bembeyaz papatyalar süslerdi. Bu muhteşem manzaraya şahit olduğunda içini umut kaplar, yüreğine huzur bulutları dolardı. Papatyalar gibi tertemizdi kalbi. Papatya toplarken, ”keşke hayatım da papatyalar kadar güzel olabilseydi” diye düşünür, iç çekerdi. Yine okuldan çıktığı bir gün, Seyfettin amcaya vermek için bir demet papatya topladı. Heyecanlı ve hızlı adımlarla dükkânın kapısına geldiğinde kapı açık ama içeride Seyfettin amca yoktu. Bir an telaşlanır gibi oldu. Mezuranın olduğu masaya yaklaştığında, kapağı açık bir defter gördü. Defterde:
“Bir bahar akşamı, zeytin ağacının altına oturmuş,elindeki papatya ile dertleşen bir âşık gördüm. Âşık, papatyaya: ‘Hiç karın ortasında açan kardelen gördün mü?Onun buzları kıran sıcaklığını hissettin mi? Etrafını saran soğukluğa rağmen, o narin ve dupduru güzelliğini izledin mi?
İşte!.. Sevgili’yi, güneşin aşkıyla tutuşurken, ışığı gördüğünde canından olan kardelenler gibi sevdim.
…
Ben, Sevgili’yi, büyük bir aşkla sevdim. Ben, Sevgili’ninbana kattığı ışığı sevdim. Ben, Sevgili’nin yüreğime dokunuşunu sevdim. Ben, onu çok sevdim’ dedi ve dik yamaçlardan süzülen bahar suyu gibi gözlerden kaybolacaktı ki!..
Papatya: ‘Ben de öleceğini bilmesine rağmen, gölgesiyle beni güneşin kavurucu sıcağından korumaya çalışan Sevgili’yiçok sevdim’ dedi… Ardından incecik bedenini yemyeşil çimlere bırakıverdi…” mısralarının yer aldığı, şiir kokan bu güzel metni okudu. Başını kaldırdığında Seyfettin amcanın şefkat dolu bakışlarla kendisini izlediğini gördü. Elindeki papatyademetini kendisine uzatarak, “sizin için topladım bu papatyaları” dedi. “Çok sevindim, çok teşekkür ediyorum evladım. Kim ki insanlara yardım ettiğini düşünüyorsa, insanların mutluluğuna sebebiyet veriyorsa, aslında kişi kendisine yardım etmiş, kendisini mutlu etmiştir. Kişinin sahip olabileceği en büyük hazinesi, biriktirmekte olduğu dünya malı değildir. Sinek kanadı kadar bile değeri olmayan dünya malı, bizi oyalanan bir oyuncak hükmündedir. Bil ki hiç bitmeyecek bir ticaret ancak sizi zengin kılabilir. Haliyle hiç bitmeyecek bir ticaret için çalışmalısın…” diyerek, konuşmasını sonlandırdı Seyfettin amca.
Eve geç kalma endişesiyle Seyfettin amcadan izin istedi Cemanur. Hızlı adımlarla yürürken, aklında Seyfettin amcanın söylediği “bitmeyecek bir ticaret için çalışmalısın” sözü vardı. “Bitmeyen bir ticaret” ne olabilirdi ki? Bunu ancak Zahit öğretmenim cevaplayabilir dedi içinden.
Ertesi sabah konuyu Zahit öğretmenine anlattı ve birlikte Seyfettin amcayı ziyaret etmeyi teklif etti. Öğretmeni,kendisini kırmamak için Cemanur’un bu teklifini kabul etti. Okul çıkışı birlikte Seyfettin amcanın terzi dükkânına vardılar. Matematik öğretmeni olan Zahit Bey, Seyfettin amcayı görür görmez kendisine karşı bir sıcaklık hissetti, bu çok açıktı.
Zahit Bey, Seyfettin amcanın gerçek bir ilim ve irfan erbabı olduğunu hissediyor, ruhundan ona karşı duyduğu samimi duyguları aktarmanın salt kelimelere sığmayacağını düşünüyordu. Hissiyatındaki bu olgun ve naif düşünceleri Seyfettin amca hissetmiş gibiydi. Öyle ki bir usta, yüz ifadesine ya da kelimelere bakmaksızın zihinlerde olup biten dünyayı görebilir, duvarın ötesine geçebilirdi. Bu yüzdendir ki her ikisi de başkasının anlamakta zorlandığı bir iletişim dili üzerinden bir saate yakın sohbet etmişlerdi. Sükûnet içinde gerçekleşen renkli bir sohbetti bu.
Her gönül ehlinin tarzı birbirine uymayabilirdi. Zorlukların üstesinden gelmek ve dünya ile kurulan ilişkinin sahihlik derecesini ortaya koymak için yollar farklı da olabilirdi. Güvenli kıyılara ulaşıncaya kadar her gönül ehli, istediği istikamette akabilmeliydi. Zahit öğretmen de hikmetini bilmediği bir yolculuğa çıkmıştı. Hiçbir yolculuk,insanın iç âlemine gerçekleştirdiği yolculuk kadar meşakkatli değildi. İyisi mi büyük bir sabırla bekleyip, olup bitene tanıklık etmek, bundan da gerekli dersleri çıkarmak olmalıydı. Terzi dükkânından çıkarken, Cemanur kadar kendisinin de çok şanslı olduğunu düşündü; “düğüm”bilmecesinde o da bir talebeydi artık.
Sabahın ilk ışıklarıyla okula gitmek için evden ayrılan Cemanur’un zihnindeki konu, “bitmeyen ticaret?” meselesiydi. Gün boyu okulda “bitmeyen bir ticaret nedir, ne olabilir?” sorularına cevap aramakla meşgul oldu. Akşam okul çıkışında, ilk gün kendisini kırmamak için Seyfettin amcaya gitmeyi kabul eden ama o gün kendisi kadar heyecanlı olan Zahit öğretmeniyle birlikte terzihaneye doğru yola koyuldular. Kapıdan içeri girdiklerinde her zamanki gibi Seyfettin amcanın elinde kitabı, sağında defter ve kalemi bulunuyordu. “Merhaba Seyfettin amca, biz geldik!” dedi Cemanur. Başını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden bakarak, “hoş geldiniz, ben de sizi düşünüyordum, tam vaktinde geldiniz. Benim de işlerim bitmiş, kitap okuyordum” dedi Seyfettin amca. Heyecanlı haliyle, akşamdan beri zihnini karıştıran sorunun cevabını almak için “bitmeyen ticaret nedir Seyfettin amca?” dedi Cemanur.
“Bitmeyen ticaret bir sırdır. O sırrın içinde düşkünlere, kimsesizlere ve ihtiyacı olanlara karşılık beklemeden, sadece ve sadece Allah rızasını gözeterek yardım etmek vardır. Biliniz ki bu niyetle yaptığınız her iyilik bitmeyen bir ticaret, sonu olmayan bir kazanç kapısıdır. Yardımseverlikleriyle bu saadeti yaşayanlara, bu kazanç kapısını açık tutanlara ne mutlu” dedi Seyfettin amca.
Yürekten dökülen her samimi söz, muhatabıyla güçlü bir bağ oluşturur. Her sözünde, derin bir anlam ve insanı duygulandıran vefa örneği dikkat çekiyordu. Pamuk gibi elleri, insani merhametin ve şefkatin iç dünyasındaki yansımaları yakından hissediliyordu Seyfettin amcanın.
Zahit Bey: “Düğümün kendisi, hayatın sınırları mıdır?”
Seyfettin Anca: “Hayattan ibret almak isteyenler için hangi sınırlar, hangi engeller bağlayıcı olabilir ki? Unutmayın ki ibretle bakmayı bildikten sonra tüm engeller, nezaketle bir bir çekiliverir alandan. Kaba ve zora dayanan bir yöntem ile hangi sorunlar çözülmüş, hangi meseleler aydınlığa kavuşmuş ki? Hayat içinde olağanüstü şeyler bekleyenler, bilmelidir ki düğümün kendisi bizzat insandır. Hiçbir suni ayrım, bu düğümün içeriğini değiştiremez! Yetenekler farklı olabilir, cinsiyetler farklı olabilir ama insan olmanın erdemi ile yüklenmek düşer hepimize.”
Zahit: Bey: “Düğümün bileşenleri, erdemli insan olmayı da gerektiriyor galiba?”
Seyfettin Amca: “Erdemli bir insan olmak için çalışınız. Evet, sadece bunun için kendi aranızda rekabet ediniz. Erdem odur ki bu uğurda insanın ilk ödevi kendi gerçekliğini kavramasıdır. Ki ancak ondan sonra çevresinde bulunan tüm varlıklara karşı saygılı olmayı başarabilmiş olsun. İnsan ancak bu sayede mesafe alabilir, gözle görülür şu âlemde ancak bu şekilde kendi değerini takdir edebilir. Esasen insanın bulunduğu âlemin gerçekliği de sorgulanmaya muhtaçtır! Hayatın bizzat gerçek diye addettiğimiz unsurları, olguları, eylem ve oluşları, bir düşten ibaret de olabilir! İlim denizinden beslenmedikçe gerçeklerle düşler arasında güvenli mecralara yol almak zordur.” diyerek cevap verdi.
Zahit Bey: “Aslında hayatın kendisi bir okul olarak görüldüğü takdirde, insan kendisini yetiştirebilecek argümanları akıl melekesi ile ileri noktalara elbette ki taşıyabilecek yegâne varlıktır. İnsan yanlış ile doğruyu birbirinden ayırma ferasetine ve donanıma sahip olarak yaratılmıştır. Bilgi ve eğitimin yanı sıra, bize lazım olan şey, gerektiğinde cesaretimizi de buna ilave ederek hareket etmemizdir değil, mi?” dedi.
Cemanur o gün adeta bir sohbet denizine düşmüştü; bir öğretmenine, bir Seyfettin amcaya bakıyor, kendilerini hayranlıkla dinliyordu. Seyfettin amca bunu fark etmiş olmalıydı ki sohbeti bilginin etkili kullanımına getirdi: “Bilginin tek başına bir değer taşıması bir tarafa, onu etkili ve doğru kullanma yöntemi de önemlidir. Bir eseri ortaya çıkaran unsur sadece zekâ değil, eser için ortaya konulan cesarettir. Her soruna ve karşılaştığınız her engele aynı refleks ve yöntemlerle yanıt vermekle çözüm bulamayabilirsiniz. Sorunun yanıtını zihinlerimizde sağlayan en önemli istinat noktası, mevcut soruna ilişkin en iyi, en doğru yöntemlerle çözüm getirmeye çalışma cesaretini ortaya koymaktır…
Her insanın bağışıklık sistemi nasıl farklılık gösteriyorsa, hayatın bize sunduğu sorunlar karşısında ortaya koyacağımız çözüm formülleri de sorunun bize sunduğu çerçeveyi kapsayacak şekilde, hem bütüncül olmalıdır, hem de detaylar ile ana tablo arasındaki ilişki rasyonel hatlarla çizilmelidir.”diyerek sohbeti sonlandırdı.
Cemanur ile Zahit öğretmen bugüne kadar “düğüm” üzerinden formüle edilmiş bir hayat aksından, bir yaşam normundan hiç bu kadar etkilenmemişlerdi. Düğümün sadece bir ilmekten ibaret olmadığına yakından tanık olmuşlardı. Sorgulamaya başladıkları şey, geçmiş ile gelecekleri arasında düne kadar devam eden sıradanlığın, bu saatten sonra önemli bir değişime uğramakta olduğunu hissetmeye başlamış olmalarıydı. Seyfettin amca, ikisi için de bir değişim fitilini ateşlemişti.
“Düğüm” üzerine inşa edilen bir yaşam?.. Sıra dışı geliyor olabilir, ne var ki işin içine girip de kişisel yaşamın ve genel tutumların bugüne kadar onlar için ne tür bir sorun ve engel haline geldiğini gördükçe, Seyfettin amcaya hak veriyorlardı. Düğüm ile hayat arasında neden bugüne kadar güçlü bir denge kuramamışlardı ki? Duyguların belirlediği bir hayat hengâmesi içinde, zihinlerinin tutsak edildiğini fark etmeleri mümkün olabilir miydi? Doğru bir reçeteye ihtiyaçları vardı ve bu sayede kendilerine “düğüm” olaraktakdim edilen ilacın faydasını görebileceklerdi.
Öğrendikleri ve bütünüyle katıldıkları hakikat, zamanın ve hayatın bir “düğüm” olduğu, kendilerinin de bu düğüme iyilik ya da kötülükle ilmek atan bir terzi konumunda bulunmalarıydı.
Seyfettin amca, Cemanur’u bir tür yol ayırımına getirmişti. Hakikat ile düş, iyilik ile kötülük arasında bir ayırım, Cemanur’u daldığı uykudan uyandırabilecek miydi?