Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Araştırmacı Yazar Mehmet Memdoğlu: Doğru da olsa, kusurlu “yay”dan çıkan ok, hedefine var(a)maz!..

Doğru da olsa, kusurlu

Doğru da olsa, kusurlu “yay”dan çıkan ok, hedefine var(a)maz!..

​​​​​​​​       

Yırtık Ayakkabı!..

Zekâ fışkıran gözlerinden damla damla gözyaşı süzüldü… Gözyaşlarının flulaştırdığı gözbebeklerini kollarının yeni ile sildi. Hıçkırmak istiyordu ama içten içe direndi…  O denli bastırdı ki kendisini, bir an yüzünün al al olduğu görüldü… İçi hınç dolu bir şekilde, gözlerini bitiş çizgisine çevirdi. Bir iki metre kala tökezlemiş, yarışı sonuncu bitirmişti. Suçlu suçlu baktı kuru bir ceset gibi yerde boylu boyunca ters yüz yatmış ayakkabılarına.Hesap hatası yapmıştı Ahmet… Hız yarışında iddialıydı ama hesaba katmadığı şey başına gelmiş, arkadaşlarına mağlup olmuştu. Girişkendi, cevval yapısı herkesçe bilinir; zekâsıherkesçe takdir ediliyordu, ‘akıllı çocuk’tu. Bu durum onu mutlu etmiyordu.

Ne var ki yine geride kalmıştı. Yarışı kaybetmemiş olsaydı, karakterinin bir parçası olan kazanmanın kendi içinde oluşturacağıo başarı duygusunun tadına varabilecekti. Bir ara öfkesi onu öylesine çileden çıkarma noktasına getirdi ki derin derin soluk alıp verirken, hınçla ayakkabılarını çaldı yere… Tuhaf, tatlı ve sıcak bir rahatlama sağlayan bir duygu kapladı hücrelerini. Suçluyu cezalandırıyor gibiydi. Oysa suçlunun kim olduğu belliydi, bunu en iyi bilecek kişi Ahmet olmalıydı.

O küçük yaşına rağmen, halden anlayan bir olgunluğa sahipti. Babası üzülmesin diye pek çok şeyde olduğu gibi, çok istediği yeni ayakkabı talebini de bastırdı içinde. Ne de olsa, babası birgün sağlığına kavuşacak, kendisinin o çok istediği ayakkabıları alacaktı. Baba Sabri Efendi yılın büyük kısmını nüksetmekte olan hastalığı yüzünden yatağa bağlı olarak geçirmek zorunda kalmaktaydı. Adamcağız da bu durumundan muzdaripti ama hastalık peşini bırakmadığı için, doğru dürüst bir işi olmamıştı.Ayakkabılarını zoraki bir duygu ile alıp ayağına geçirdiğinde,küçük Ahmet yine babasını düşünüyordu.

Arkadaşları Fatmaların Ali’si, Nedimlerin Kemal’i, Mehmetlerin Yusuf’u ve Köse Dursun’un çelimsiz Veli’si yeni bir oyuna dalmış, körebe oynuyorlardı. Ahmet bir onlara bakıyor, bir de tüm hırsını üzerine boca ettiği yırtık ayakkabılarına… Yeniayakkabılarıyla nasıl da mutlu mutlu koşturuyorlardı. Köse Dursun’un çelimsiz Veli’sinin her yanından geçişte, pörsümüş ayakkabılarına bakarken, suratında görülen o benlik havası, Ahmet’i çileden çıkarıyordu. Diğerlerinde bu türden üstünlük kokan, şımarıkça hareketler yoktu. Veli’ye karşı kırgınlığınınnedeni buydu belki de. Sıskanın tekiydi ama zengin babasının konforunu sürdürmekteydi.

“Ahh” dedi, “Şu ayakkabılarım bir adam gibi olabilseydi eğer, gösterirdim size kim olduğumu? Hem küçük bir yarıştan ne çıkar ki?” diye geçirdi içinden. Kırgınlık ve kızgınlık yerini sağduyuya bıraktı böylece.  Varsın babaları başlarında bulunsun, yokluk nasılsa bir gün gelir sona ererdi. O zamana kadar halden anlamalı, ses çıkarmadan, babasının sağlığı elverir noktaya gelinceye kadar sabırlı olmalıydı.

Diğer çocuklarda olduğu gibi, onun da en büyük eğlencesi ağıldaki oğlak ve kuzular gibi tepişmek, akranları arasında oyunlar oynamaktı. Günün büyük kısmını “seksek, ip atlama, birdir bir”gibi çocuk dünyasına ait oyunlar oynayarak geçirmekten büyük keyif alıyordu. 

Her çocuk gibi bir yandan çocukluğunu yaşıyor, diğer yandanda su içer gibi evinde bulunan tüm kitapları okuyordu. Annesinin ricasını kırmayan komşuların ödünç verdiği kitapları da büyük bir heyecan içinde bitirmiş, sıra köy öğretmenin kütüphanesine gelmişti. Ondan nedense biraz çekiniyordu Ahmet. Kılık kıyafeti yüzünden mahcup düşmekten mi korkuyordu acaba? En çok da her tarafı kevgire dönen ayakkabılarından utanıyordu. Bir ara,dikkatini çekmişti Hasan öğretmenin de ayakkabılarına baktığını;bunu fark ettiğinde içgüdüsel bir şekilde hızla oradan uzaklaştı.

Kendisine acınmasından nefret ediyor, böylesine bir duygu karşısında eziliyor, derin bir çaresizlik girdabına giriyordu adeta. İçini kasıp kavuran bu duygu ile baş etmek için kitap okumayabaşlaması, onu akranları arasında hızla sivrilen bir kişilik haline getirmişti.

En son köydeki yakın arkadaşı olan Selimlerin Musa’sı onu evine davet etmiş, o da bu daveti geri çevirmemişti. Birlikte ders çalışıp kitap okudular. Sonra Musa’nın annesi, kendilerine sıcak gözleme ve ayran getirdi. Bembeyaz koyun peynirinden yapılma gözlemenin tadı çok lezzetliydi, teşekkür etti Ahmet. Ayrılırken de Musa’nın babası ile karşılaştı. Selim Efendi köyün en sevilen saygı duyulan isimlerinden biriydi. İçi sevgi ve merhamet dolu bu insan, Ahmet’in ayakkabısının içler acısı halini görünce yutkundu:

-Evladım! Kaç numara, senin ayakkabının kaç numara?

Bu sorunun nereye varacağını anlayan Ahmet, kızardı, bozardı:

-Bilmiyorum Selim amca dedi ve omuz silkerek hızla oradan uzaklaştı. İçini kaplayan kızgınlık ve ezilmişlik duygusu eve gidinceye kadar kendisini renkten renge sokmuş, içinden bir daha Musalara gitmeyeceğine dair yeminler etmişti.

Kim bilir, bayrama yakın bir tarihte, yeni ayakkabılara kavuşabilirdi belki? Daha dün rüyasında görmüştü renk renkayakkabıları. Uçuyordu onlarla, kanatlanmış bir melek gibi, rüzgârgibi, koşturuyor, koşturuyor, koşturuyordu… Kötüsü mü? Uyandığında, o güzelim renkli ayakkabıların yerinde, her tarafıpaçavraya dönmüş yırtık ayakkabının durmasıydı. Ona kalsa bunları giyip dışarı çıkmayacak, hep içeride oturacaktı. O çelimsiz Veli’nin şımarıkça yiğitlik taslamalarına da tahammül edemiyordu artık…

Köyde hayat erken başlar. Küçük, büyük herkesin kendine göre bir sorumluluğu olur, insanlar vazifelerinin gereğini yapardı. Küçük Ahmet’in de en büyük işi, uyanır uyanmaz kümesle ilgilenmesiydi. Yine sabah erkenden kalktı, kümesteki tavukları beslemesi gerekiyordu. Seslendiğinde, önde çilli horoz, bir düzen içerisinde arkasında tavuklar, kendisinde doğru koştururlardı. Bu sahne her sabah tekrar ediyordu. O da çok seviyordu onları. Hele de çilli horozu. Ahmet’in nazarında çilli horoz kendisinin yakın arkadaşı, sırdaşıydı.

Gün olmasın ki çilli horozla, bir derdini, bir sırrını paylaşmış olmasın. Çilli horoz da tıpkı bir insan gibi dinlemekteydi Ahmet’i… Kendisine sevgiyle bakan çilli horoza: “Son yarışta yine rezil oldum. Hele bir sağlam ayakkabım olsun, o Veli’ye kim üstün gösteririm ben.” Kızgın bakışlar Çilli horozu biraz öteye gitmeye zorladı. Ahmet, kızgınlığının yakın arkadaşını ürküttüğünü görünce: “Tüh, kızgınlığımı senden çıkarıyorum ben de. Gel çilli horozum gel, sana bir şey yapmam” diyerek horozunu sevmeye başladı.

Horozuyla dertleştikten, kümesteki taze yumurtaları toplayıp sepete koyduktan sonra eve çıktı; kahvaltı zamanıydı. Annesi tavada tereyağlı yumurta yapmıştı, lezzetine diyecek yoktu. Babasının üzgün suratına baktı ama hiç renk vermedi. Çok mutlu gözükmeli, babasının moralini yüksek tutmalıydı. Hem annesi de bunu kulağına fısıldamıştı. 

Günlerden cumaydı, köy erkekleri cuma namazına gitmiş, köy meydanı yine çocuklara kalmıştı. Bu durum en çok çocuklarınhoşuna gidiyordu. Böylece köy meydanında istedikleri gibi oyunlar oynayabiliyor, rahatça koşabiliyorlardı. Musa ve bir iki arkadaşı kapı zilini çaldıklarında, Ahmet hemen açmıştı kapıyı. Anlamıştı geliş nedenlerini, elleriyle sus işareti yaptı, annesinin ve küçük kardeşinin rahatsız olmasını istemiyordu. Üzerini giyinip, arkadaşlarına katıldı hemen. Oyunlar oynayıp eğlendiler. Sıra yine hız yarışına gelmişti. Bu kez kaybetmeyecek, tüm gücünü kullanarak yarıştan birinci gelecekti. Tam koşmak üzere iken Ahmet’in aklına bir fikir gelmişti: “Hoşunuza gidecek bir şey önereceğim. Haydi, bu kez ayakkabılarımızla değil, çıplak ayaklarımızla koşalım. Hem böylece yeni bir şey denemiş oluruz…” Arkadaşları itiraz etti, “İyi ama” dediler, “Ya ayağımıza diken, cam batarsa ne yaparız biz…” Küçük Ahmet, önerisinin karşılık bulmadığını görünce: “Tamam, siz ayakkabılarınızla koşabilirsiniz ama ben bu kez çıplak ayakla koşmak istiyorum” dedi.

Yarış başlamıştı, Ahmet çıplak ayaklarıyla yarışı önde götürmekteydi. Bir yarış atını andırırcasına süratliydi. Final çizgisine on-on beş metre kala, Ahmet kendisini yerde buldu. Canı çok yanıyor, acıdan kıvranıyor, kanamakta olan ayağını sıkıca tutmaya çalışıyordu. Cami cemaati dağılırken konudan babası Sabri Efendi’nin de haberi oldu. Köy meydanına yetişmişti babası, Ahmet’i yerden kaldırdı, içi buruk bir şekilde: “Ne oldu evladım sana böyle?” Ahmet acıdan konuşamıyordu, arkadaşı Musa öne atıldı: “Sabri amca! Hız yarışına girmiştik, Ahmet çıplak ayakla koşmayı tercih etti, ayağına diken battı” dedi.

Sabri Efendi, ileride bulunan evladının ayakkabısını da yerden aldı, çocuğunu kucaklayarak eve doğru yürümeye başladı. Boğazı düğümlenmişti. Ahmet’in neden çıplak ayakla koştuğunu hemen anlamış, derin bir ıstırap duymuştu. Eve vardıklarında annesi hemen sıcak su hazırlayıp, yarayı güzelce pansuman etti, merhem sürdü. Allah’tan yara çok büyük değildi…

Ertesi gün soluğu kasaba ayakkabıcısında aldı Sabri Efendi. Borç harç bulduğu üç beş kuruş para ile evladına yeni bir ayakkabı aldı. Güzelce paketlenen ayakkabıyı eve varıncaya kadar kalbinin üzerinde taşıdı. Köye vardığında ikindi ezanı okumaktaydı. “Rabbim sana şükürler olsun…” dedi.

İçeri girdiğinde eşi karşıladı kendisini, o da kocasının kasabaya hangi niyetle gittiğini biliyordu. Bakıştılar, ikisi de mutlu bir şekilde içeri yöneldiler. Akşam eve geldiğinde, hediye paketine bir anlam veremedi Ahmet… Sonrası mı, mutluluk gözyaşları”..

Hastalığına rağmen babası, Ahmet için kasabaya gidip yeni bir ayakkabı almıştı. Sevinç çığlıkları atarak babasının boynuna sarıldı, bir o yanağından, bir diğer yanağından doyasıya öptüAhmet. 

​Sabahı zor etmişti… Geceden ayakkabılarını kucağına aldı, onlarla birlikte uyudu… Mis gibi deri kokuyordu ayakkabıları… Omuzu düşük çocuk gitmiş, kükreyen, meydan okuyan, özgüveni yüksek bir karakter doğmuştu içinde. Ayakkabının onun hayal dünyasındaki yeri, sadece bir ayakkabıdan ibaret değildi. Yokluk girdabının neden olduğu sorunun üstesinden gelmenin gururunu yaşamak istiyordu. Yeni ayakkabılarını giymeli ve arkadaşlarına bu güzelim ayakkabılarını göstermek suretiyle, geçmişin acılarını geride bırakmanın mutluluğunu yaşamalıydı.

Koşar adımlarla okula nasıl gittiğini bile hatırlayamadı Ahmet… Hem koşuyor, hem de arada bir nefes almak için mola verdiğinde, bir sevgilinin aşığına baktığı gibi, ayakkabılarına bakıyor, yüreğinde taşıyormuşçasına sevgi dolu bakışlarınıayakkabılarından esirgemiyordu.

Okul zilinin çalmasını iple çekti Ahmet. Arkadaşlarını köy meydanında bulduğunda, içini kaplayan gurur ve sevinçle ayakkabılarını gösterdi. Arkadaşları bu kez imrenerek bakıyorlardı. Çocukça birbirlerine sarıldılar, oyunlar oynadılar… Ta ki talihsiz kaza yine Ahmet’i buluncaya kadar.

Yaramaz taylar gibi koştururken, dönemeci döndüğü esnada,Ahmet’in yeni ayakkabıları ne oldum demeden pat diye kenarlarından sökülüp yırtılmaz mı? Ahmet derin bir şok geçirir, nasıl olabilirdi? Yepyeni ayakkabıları hemencecik yırtılmış, giyilemez bir hale gelmişti. Yırtılmış olan ayakkabısını eline aldığında bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da bu durumu ailesine nasıl açıklayacağını düşünüyordu. Korku, üzüntünün önüne geçmişti. Kabahati kendisine yükledi çocukça. Saklanmalı ve evden uzaklaşmalıydı. Arkadaşı Musa ile de konuştu, dertleşti. Musa da çok üzülmüştü. Akşama doğru annesi, Ahmet’in eve gelmediğini görünce ters giden bir şeyler olduğunu anlamıştı.

Köy meydanına ulaştığında hava kararmak üzereydi. Fatmaların Ali’sini gördü, ona oğlunu görüp görmediğini sordu. Bilmiyordu Ahmet’in yerini Ali; beş, on adım daha gitmişti ki bu kez Musa ile karşılaştı. Musa’ya da sordu ama yanıt alamadı. Belli ki Musa yerini biliyordu fakat söylemekten çekiniyordu. “Evladım korkma” dedi annesi, “Hele bir deyiver Ahmet nerede? Başına kötü bir iş mi geldi acep?” Musa, Ahmet’in okulun arka bahçesinde bulunan kulübede olduğunu söyleyince, annesi soluğu okul bahçesinde aldı.

Başını iki elleri arasına almış, ağlıyordu Ahmet.  Annesi yanına yaklaştığında, elinde yırtılmış ayakkabısıyla koşup sarılıverdi annesine. Annesi meseleyi anlamıştı, bir şey söylemedi, öptü, kokladı evladını… Dert etmemesini telkin etti, nasıl olsa bir hal çaresi bulunurdu.

Birlikte eve döndüklerinde, Ahmet içeri girmek istemedi.Babasını incitmekten, üzmekten çekiniyordu… Sabri Efendi durumu eşinden öğrenince hasta haliyle dışarı çıktı, evladını yanına çağırdı. O da yüreğine basarcasına sarıldı, kokladı ve öptü Ahmet’i… “Sıkma canını güzel oğlum! Canın sağ olsun… Senden daha mı kıymetli?… Yenisini alırız inşallah…” dedi.

Dünya zengini olmayan ama gönlü zengin olan babası, evladı Ahmet ile kısa bir süre bakışmış, mesele hallolmuş, tabi o esnada zaman adeta durmuş gibiydi…

Ayakkabısı yırtık Ahmetlerin penceresinden dünyaya baktınız mı hiç?..

Yaşadığımız ilin, ilçenin, köyün ve mahallenin sokaklarında yırtık ayakkabılarıyla dolaşan Ahmetleri unutmayalım!

(2020 yılında Lamure Yayınları tarafından yayınlanan “Yırtık Ayakkabı” adlı öykü kitabından alınmıştır.)